13 Temmuz 2008 Pazar

Kırmızı Işıklar,Zen ve Zamanın Genleşmesi Üzerine

“Günün birinde bir keşiş Zen Ustası Joshu'ya sormuş "Zen nedir? Lütfen öğret bana". "Kahvaltı ettin mi?"diye sormuş Joshu "Evet, Usta" demiş keşiş. "Öyleyse" demiş Joshu "Git çanağını yıka". Zen özel bir şey değildir. Zen sizin dininizdir, benim dinimdir. Japonların dinidir. Zen Kızılderililerin, İslam'ın dinidir. Bir felsefedir. Bedenimizdir Zen. Bedenimizin duruşu, bedenimizin çalışmasıdır. Bilgisayarın tuşlarında gezinen parmaklarımızdır Zen. Bisiklete binerkenki ben'dir. Gülüşümüzdür Zen, ağlayışımız, nefretimiz, sevgimiz, yasımızdır. Zen, davranışımız ve davranışımızın gözlemidir. Aydır Zen, ağaçtır, güneşin batışıdır. İlkbahar, yaz, güz ve kıştır. Zen, çiçekleri vazoya yerleştiren kadındır. Usta'nın çay içişidir. Zen'i öğrenmek istiyorsanız Asya'da uygulanan geleneksel yolları izlemek zorunda değilsiniz. Yürürken, yemek pişirirken, araba ve bilgisayar kullanırken, koşarken, dansederken, tenis ya da futbol oynarken de Zen'i uygulayabilirsiniz…” ( “Gündelik Hayatta Zen” adlı kitaptan…)

Geçtiğimiz aylardan birindeydi sanırım, bir akşamüstü arabayla yolda gidiyorum ve yine her zamanki gibi İstanbul’un keşmekeş trafiğinde evime ulaşmaya çalışıyorum. Dingin olmak istiyorum böyle zamanlarda ama bunu başarmak son derece zor. Yine de denemekten vazgeçmiyorum. Bir alışveriş merkezinin önündeki ışıklara geliyorum, kırmızı ışık yanıyor ve duruyorum. Işığı görecek şekilde duruyorum ki, yeşil ışık yanar yanmaz gidebileyim. Bu sırada yeşil yanması için kalan saniyeyi görüyorum, 54 !... Birden büyük bir umutsuzluğa kapılıyorum, nasıl geçecek bu 54 saniye? Bir kırmızı ışık için ne kadar da uzun bir süre bu?

İşte herşey bu noktada başlıyor. Aydınlanmanın bir süreç değil, sadece bir an olduğunu söylemişlerdi. İşte bu an ben de bunu yaşıyorum...Bir günde 24 saat, 1 saatte 60 dakika var. Ve bir günün bile nasıl geçtiğini anlayamazken biz, kırmızı ışıkta beklediğimiz 54 saniye geçmek bilmiyor. Saniyeye gözlerimi büyük bir dikkat içerisinde dikiyorum ve görüyorum ki henüz yarısına bile gelmedi...Zaman bir türlü geçmek bilmiyor...Oysa ki sadece 54 saniye değil mi bu ?... Peki ya sevdiğimiz şeyleri yaparken neden zaman sanki koşar adımlarla ilerliyor? Hoşumuza gitmeyen durumlarda ise her saniye sanki beynimize vurarak yavaş yavaş adım atıyor...

Yaşadığım bu olaydan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. Kırmızı ışıkta beklerken yaşadığım derin bir trans durumuydu adeta. Çözümün Zen ve konsantrasyonla ilgili olduğunu düşündüm. Eğer sevdiğimiz ve mutlu olduğumuz zamanlarda da , bu konsantrasyonla davranırsak, acaba zaman daha ne kadar genleşebilirdi?

Zen felsefesinin temel anlayışlarından biri de şudur : “ Ne yapıyorsan ona odaklan ve sadece onu yap; yemek yiyorsan sadece yemek ye, sohbet ediyorsan da sadece sohbet et. O zaman hem yediğin yemeği farkındalıkla yemiş olmaktan dolayı büyük bir zevk alırsın; hem de ettiğin sohbetten büyük bir verim alırsın...” Bilinç seviyesi olarak herşeye aynı anda odaklanmamız mümkün olmadığı için, öncelikle tek bir şeye odaklanmayla konsantrasyon egzersizlerine başlayabiliriz. Bu zihin ve bilinç durumunu daha sonra çevremizdeki herşeye odaklanma ve farkındalığı yükseltme seviyesine çıkarabiliriz. Bu çeşit bir konsantrasyonla sevdiğinize ayırdığınız zamanları düşünün, ya da yapmak zorunda olduğunuz bir iş projesine ! Bütün dikkatinizi verdiğinizde, hem kendi kişisel kapasitenizin en üst noktalarında çalışmış olursunuz, hem de yaşadığınız her anın farkında olursunuz. Televizyon izlerken, sevdiğinizin gözüne bile bakmadan onu dinlersiniz. Ne verimli televizyon izleyebilir ne de sevdiğinizi dinleyebilirsiniz. Oysa televizyon izleyerek sonra da sadece sevdiğinize bir on dakika ayırsanız, belki gelecekte yaşayacağınız vicdan azaplarının önünü kesmiş ve insanların varlığını dinleyerek onamış olursunuz.

Krishnamurti, konsantrasyonla ilgili bir yazısında şöyle der : “ Gerçek konsantrasyonu tanım
lamak için şu örneği verebiliriz; bir manzaraya bakarken huşu içinde o manzaraya odaklanır ve kalırsınız ya; gerçek konsantrasyon böyle bir duygudur...”

54 saniyelik kırmızı ışığın, bende yaklaşık 10 dakikaymış gibi etki bırakması; sadece ve sadece benim o an direkt olarak kırmızı ışığa büyük bir bilinçle konsantre olmam sayesinde olmuştu. Biz insanlar, duyu organlarımıza ve algıladığımız şeylere göre karar veririz. O 54 saniye, o zaman bana çok daha uzun gelmişti. Bu durumda benim algılarıma güvenmem ve de zamanın genleşmesini kabul etmem gerekir. Hem de bir deneyle değil, sadece insan zihninin kusursuz yetenekleriyle... Demek ki zamanı kendimiz genleştirebiliyoruz; demek ki zihnimizle istediğimiz herşeyi yapabiliyoruz...Yüzyıllardır insan ömrünü uzatmaya yönelik gençlik iksirleriyle zaman harcayan araştırmacıların odaklanması gereken konu belki sadece buydu. Çözüm kendi içimizdeydi...Kötü zamanlar geçmek bilmiyorsa, iyi zamanlarında büyük farkındalıkla ve uzun bir şekilde yaşanması tamamen bizim elimizde görünüyor...Yapılması, uygulanması zor bir egzersiz olabilir. Ama çalışmadan hiçbirşeyi elde etmek mümkün değildir. Konsantrasyon yeteneklerimizi geliştirmek için günde sadece 10 dakika ayırabiliriz elbette. Ama günümüzde insanın en büyük kusurunun süreklilik ve irade olduğunu varsayarsak; yapması en zor şeyler arasına koyabiliriz elbette bunu...

Haydi bir deneme yapalım ve her gün gece yatmadan önce mutlaka 10 dakika müzik dinlemeye karar verelim. Özel bir müzik seçelim ve onu dinleyerek öyle uyuyalım, rahatlatıcı birşey olsun. Kendimize 2 hafta verelim. 2 hafta sonunda ise toplamda kaç kez bunu yaptığımıza bakalım ve yapamamamızın mazeretlerini de yazalım. Yarısı kadar bile yapamayacağımıza dair bahse girebilirim... Kaldı ki erteleme hastalığımız, vazgeçme ve zaman karşısında önemini yitirme hastalığımız da var...

Konsantrasyon egzersizleri için, öncelikle her gün bir fiziksel nesne seçelim. Ve bu nesneyi dikkatle inceleyelim. Rengi, kokusu, tadı, şekli, bakalım ve zihnimize kaydedelim. Sonra gözlerimizi kapatarak hayalimizde bu nesneyi canlandıralım ve nesneyle birinci derecede ilişkili şeyleri düşünelim. Nesnenin tadı, konusu, soğukluğu veya sıcaklığı, yapıldığı yer, yapan kişi gibi. Ama zihnimiz atlamalardan hoşlanır ve konuda kalmak istemez. Örneğin nesneyi yapan kişi, nesneyle direkt olarak birinci dereceden ilişkili bir konudur. Ama bu konudan, bu gibi nesneleri yapan seramikçi bir arkadaşımız aklımıza gelir ve konudan koparsak, yapmamız gereken şey gittiğimiz yoldan geri dönmektir. Yani arkadaşımıza nereden geldik, nesneyi yapan kişiden, nesneyi yapan kişiden nereye geldik, nesnenin özelliklerinden. Yolu atlamadan izleyerek nesneye geri gelmeli ve yine birinci derece ilişkili şeyleri düşünmeye başlamalıyız. Bunu on dakika kadar yapabilirsek; o nesnede daha önce farkına varmadığımız yüzlerce şeyin farkına vardığımızı görürüz. Zihinsel atlamalar ise başlarda çok olur; fakat egzersizler devam ettirildikçe azalmaya başlar. Bu şlekilde konsantrasyon yeteneklerimiz gelişir. Nesneye yeterince konsantre olduğumuz zamanlarda ise, dışarıdan tüm uyarılara kapalı oluruz; sesleri duymayız. Bunu yapmak da son derece zordur ama bu konuya takılmamalıyız; çünkü bir gün sesler kendiliğinden kesilecektir. Zihin tek bir noktada sabit durmaktan hoşlanmaz; hep atlamalar yapmak ister; adeta dizginlenemeyen vahşi bir at gibi davranır. Başlangıçta egzersiz için fiziksel nesneleri seçmek daha kolaydır. İlerledikçe ise olaylar, kişiler ve projeleri seçebiliriz. Bu şekilde zamanlar etrafımızdaki herşeye aynı anda konsantre olmayı başarabiliriz. Böylelikle zamanla kendi kendimizin efendisi olabilir ve kendi becerilerimizi, davranışlarımızı ve tepkilerimizi kendimiz yönetebiliriz.

Dingin ve huzurlu bir zihinle olayları değerlendirdiğimizde, herşeyi daha açık ve net görürüz. Bunun için bir örnek vermeye gerek yok, çünkü sinirlendiğimiz zamanlarda verdiğimiz kararlarla, aynı konu için sakinleştiğimiz zamanlarda verdiğimiz kararları karşılaştırmamız yeterli olacaktır. Hayatın tüm anlarında bu dinginliği, bu farkındalığı yakalayabilmek elbette bir ütopya değil. Dünyanın tüm bilgeliği, sadece biraz çaba harcamamız şartıyla, anlanabilme umuduyla bizleri bekliyor...

Gandhi demiş ki : “ Dünyada görmek istediğin değişimin, önce kendisi ol...” . Belki de çözüm sadece bizim kendi içimizde yatıyor. Uyuyan yeteneklerimizi uyandırmak elimizde. Bu sayede belki hem zamanı genleştirebilir, iyi ve mutlu zamanları daha uzun ve keyifli yaşayabilir ve belki de kişisel kapasitemizin en yüksek sınırlarını zorlayabiliriz...

Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )

Hiç yorum yok: