14 Temmuz 2008 Pazartesi
Günün sözü
“Her gün kendi inşa ettiğin yolda yürürsen, varman gereken yere varacaksın.” – eski bir Mısır atasözü.
Ayn Rand ve Bencillik ( mi? )
Ayn Rand'ı ilk okuduğumda, daha once dinlediğim yorumların etkisiyle, ben de son derece kapitalist ve bencil bir ideolojiyi savunduğunu düşünmüştüm. Daha sonra kendisinin anlattığı kültürleri inceledim, doğu bloğu ülkelerinde de bulundum ve özellikle “Yaşamak İstiyorum” kitabında ne demek istediğini daha iyi anladım. Başka mentalitelerle, politikalarla, başka yokluklarla yaşayan insanların hayata bakış açıları bizlerinkiyle tamamen bambaşka hale geliyor, anlamak için görmek ve içlerinde olmak gerekiyor.
Hayatımda yıllar geçtikçe, başarılı olanların, zincirlere vurulmuş gibi sürekli başarısızları sırtında taşımakta olduklarını ve buna mahkum olduklarını gördüm. Başarısız olanların başarısızlıkları, sadece tembelliklerindendi. Nasılsa onların yerine işleri kotaracak birileri vardı. Topluma ve muhtaca yardım etmek başka birşey, tembeli sırtında taşımak bambaşka birşeydir. Bu anlamda Ayn Rand'ın özellikle “Atlas Vazgeçti” kitabında anlatmaya çalıştığı şeyin bu nüans olduğunu düşünüyorum. Başarı uğruna herşeyin feda edilmesine inanmamakla birlikte, sadece gerekli ve değecek şeyler için ve hakedenler için fedakarlıkta bulunulması gerektiğini anlattığına inanıyorum. "Ben" kavramının fazlaca üzerinde durulmasının altında, insanlarda benlik ve karakter diye birşey kalmamasının vurgulanmaya çalışıldığını düşünüyorum.
Becerikli insanlar, bir anlamda cezalı gibidir. Ama birşeyler yapmadan hayatta seyirci gibi de duramazlar, onlar çalışmak ve başarmak için yaratılmışlardır ve başarılarla beslenirler. Ama karşılığında hayatlarını ve zamanlarını rehin vermişlerdir. Tembel insanlar ise, her zaman kendi yerlerine düşünen, problemleri çözen birileri olmasının rahatlığıyla, taşın altına eline sokmak yerine, oturup sadece onu bunu eleştirmeyi, başarılı adamları daha aşağılara çekmeyi marifet sayarlar. Oysa ki gölge etmesinler başka ihsan istemez. zenginin malı züğürdün dilini yorar hesabı...Aynı zamanda bu tembel insanlar kendi başlarına birşey beceremeyecekleri için, bürokratik yol ve bağlantılarla, tanıdıklarla, onun bunun ekmeğine yağ sürmek suretiyle, yalakalıkla iş kotarmaya çalışırlar. Oysa hala onların pisliklerini çalışkan insanlar temizlemeye çalışmaktadır. Atlas, mitolojide dünyayı sırtında taşır. bu kitapta da dünyayı sırtında taşıyan akıllı ve çalışkan sanayi devlerinin bir anda ortadan yokolmasıyla dünyada yaşanmaya başlanan kaos hali çok güzel irdelenmiştir. Atlas, vazgeçmiştir...
Hayatımda yıllar geçtikçe, başarılı olanların, zincirlere vurulmuş gibi sürekli başarısızları sırtında taşımakta olduklarını ve buna mahkum olduklarını gördüm. Başarısız olanların başarısızlıkları, sadece tembelliklerindendi. Nasılsa onların yerine işleri kotaracak birileri vardı. Topluma ve muhtaca yardım etmek başka birşey, tembeli sırtında taşımak bambaşka birşeydir. Bu anlamda Ayn Rand'ın özellikle “Atlas Vazgeçti” kitabında anlatmaya çalıştığı şeyin bu nüans olduğunu düşünüyorum. Başarı uğruna herşeyin feda edilmesine inanmamakla birlikte, sadece gerekli ve değecek şeyler için ve hakedenler için fedakarlıkta bulunulması gerektiğini anlattığına inanıyorum. "Ben" kavramının fazlaca üzerinde durulmasının altında, insanlarda benlik ve karakter diye birşey kalmamasının vurgulanmaya çalışıldığını düşünüyorum.
Becerikli insanlar, bir anlamda cezalı gibidir. Ama birşeyler yapmadan hayatta seyirci gibi de duramazlar, onlar çalışmak ve başarmak için yaratılmışlardır ve başarılarla beslenirler. Ama karşılığında hayatlarını ve zamanlarını rehin vermişlerdir. Tembel insanlar ise, her zaman kendi yerlerine düşünen, problemleri çözen birileri olmasının rahatlığıyla, taşın altına eline sokmak yerine, oturup sadece onu bunu eleştirmeyi, başarılı adamları daha aşağılara çekmeyi marifet sayarlar. Oysa ki gölge etmesinler başka ihsan istemez. zenginin malı züğürdün dilini yorar hesabı...Aynı zamanda bu tembel insanlar kendi başlarına birşey beceremeyecekleri için, bürokratik yol ve bağlantılarla, tanıdıklarla, onun bunun ekmeğine yağ sürmek suretiyle, yalakalıkla iş kotarmaya çalışırlar. Oysa hala onların pisliklerini çalışkan insanlar temizlemeye çalışmaktadır. Atlas, mitolojide dünyayı sırtında taşır. bu kitapta da dünyayı sırtında taşıyan akıllı ve çalışkan sanayi devlerinin bir anda ortadan yokolmasıyla dünyada yaşanmaya başlanan kaos hali çok güzel irdelenmiştir. Atlas, vazgeçmiştir...
Sanat için Sanat
Sanat insanın vizyonunu, hayata bakış açısını geliştirir; estetik anlayışını oluşturur. Sanattan yoksun herşey mekanize ve insanın işin içine ruhunu katmadığı birşeydir. Evren, dünya, doğa zaten herşey başlıbaşına bir sanat eseridir. aynı zamanda insanın kendisi de ayrı bir sanat eseridir. Dünyayı, doğayı algılayabilmek için, sanatın frekansına uygun bir frekansa sahip olmalıyız ki; biz de tüm bunları anlayabilelim. Bununla birlikte sanat bir kültür de oluşturur. Genelde günlük hayatta beslediğimiz şey kendi bedenimiz ve zevklerimizdir. Oysa ruhumuzu da beslememiz gerekir ki asıl "ben"imiz, ruhumuzdur. Ruh ise ancak sanat ve inançla beslenebilir.
Tanrının kendini ifade yolu evrense, insanın kendini ifade yolu da sanattır. Bu anlamda sanat, ilahi ilhamla birleşince insanla tanrısal planı birleştirir, bir kanal acar. Bu nedenle sanat toplum seviyesine indirgenemez. Kendini indirgemesi gereken sanat değil, kendi mertebesini yükseltmesi gereken toplumdur. Hiçbir bilgi veya sanatın değeri, sadece toplum anlasın diye popülarize edilemez. Bunları anlamak için algı kapılarını açması gereken toplumdur. Bu da toplumun mertebesini yukarıya doğru çeker. Karşı olduğumuz ve istemediğimiz koyun nitelemesinden toplumların sıyrılmasına yardımcı olur. Çıtayı yükseltmek için sanat yol gösterir, toplum da bunu izler. Bilgi olmadan kültür olmaz, bu anlamda kendini geliştirmeyen ve Kemalettin Tuğcu uyarlaması dizilerle beynini uyuşturan toplumun zaten sanata yaklaşması da beklenemez. Bazı insanlar yürekten anlar, gönül gözleri açıktır, bazılarının ise o mertebe icin uğraşmaları gerekir. Sanatta ilahi ışıkla birlikte bir başkaldırı ve ifade biçimi de vardır.
Orhan Pamuk, “Benim Adım Kırmızı” kitabında hattatlardan yani hat sanatçılarından bahseder. Bu sanatçılar önce çırak olarak bir hocaya verilir, tamamen tasavvufi yol izleyen okullarda eğitilir. Yani hem ruhu hem de sanatı aynı yolda paralel ilerler. Bu ustalar asla kendi eserlerinin altına adlarını yazmazlar ve yazanları da cemiyetten dışlarlar. Çünkü sanatı kendine ait görmek büyük ayıptır. Onlar kendilerini sadece ilahi ilhamın bir aracısı olarak görürler. Ayrıca siparişle resim yapmak onlara göre tamamen yanlış birşey olup, yapanları ise yine cemiyette aralarına almazlar. Eski sanatçıların görüşlerinden yapabileceğimiz çıkarım da yine bizi benzer bir noktaya götürmektedir: Tanrısal ilham kişiselleştirilemez.
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Tanrının kendini ifade yolu evrense, insanın kendini ifade yolu da sanattır. Bu anlamda sanat, ilahi ilhamla birleşince insanla tanrısal planı birleştirir, bir kanal acar. Bu nedenle sanat toplum seviyesine indirgenemez. Kendini indirgemesi gereken sanat değil, kendi mertebesini yükseltmesi gereken toplumdur. Hiçbir bilgi veya sanatın değeri, sadece toplum anlasın diye popülarize edilemez. Bunları anlamak için algı kapılarını açması gereken toplumdur. Bu da toplumun mertebesini yukarıya doğru çeker. Karşı olduğumuz ve istemediğimiz koyun nitelemesinden toplumların sıyrılmasına yardımcı olur. Çıtayı yükseltmek için sanat yol gösterir, toplum da bunu izler. Bilgi olmadan kültür olmaz, bu anlamda kendini geliştirmeyen ve Kemalettin Tuğcu uyarlaması dizilerle beynini uyuşturan toplumun zaten sanata yaklaşması da beklenemez. Bazı insanlar yürekten anlar, gönül gözleri açıktır, bazılarının ise o mertebe icin uğraşmaları gerekir. Sanatta ilahi ışıkla birlikte bir başkaldırı ve ifade biçimi de vardır.
Orhan Pamuk, “Benim Adım Kırmızı” kitabında hattatlardan yani hat sanatçılarından bahseder. Bu sanatçılar önce çırak olarak bir hocaya verilir, tamamen tasavvufi yol izleyen okullarda eğitilir. Yani hem ruhu hem de sanatı aynı yolda paralel ilerler. Bu ustalar asla kendi eserlerinin altına adlarını yazmazlar ve yazanları da cemiyetten dışlarlar. Çünkü sanatı kendine ait görmek büyük ayıptır. Onlar kendilerini sadece ilahi ilhamın bir aracısı olarak görürler. Ayrıca siparişle resim yapmak onlara göre tamamen yanlış birşey olup, yapanları ise yine cemiyette aralarına almazlar. Eski sanatçıların görüşlerinden yapabileceğimiz çıkarım da yine bizi benzer bir noktaya götürmektedir: Tanrısal ilham kişiselleştirilemez.
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
The Voice of Silence
“The Voice of Silence”, “Sessizliğin Sesi”, Rus asıllı çağın en büyük filozoflarından Helena Petrovna Blavatsky ( diğer adıyla Madam Blavatsky) tarafından tercüme edilen ezoterik felsefe kitabıdır. Aslen 3 ciltten oluşan bir serinin içinde bulunur, serinin diğer kitapları “Hocanın Ayaklarında” ve “Yoldaki Işık”tır. Bu kitaplar Tibet Felsefesini anlatırlar, Altın Öğütler Kitabındandır. Onbin yıllık olduğu tahmin edilmektedir ve palmiye yapraklarına yazılı olarak bulunmuştur. Yaşamdaki üç durum, insanın evrimleşmesini engelleyen ilk unsur; cehalet, onu yenmek için; öğrenme, onun tuzaklarından kurtulmak için bilgelikten bahseder. Bu kitapları derleyen Blavatsky'nin öğrencisi olan Annie Besant'tır. Kitaplarda Tibet metinleri değiştirilmeden yazılmış ve sonrasında sembolojik olarak irdelenmiştir. Blavatsky aynı zamanda Teozofi Derneği'nin kurucusudur ve “Secret Doctrine”, “Isis Unveiled” vb gibi birçok kitapları bulunur.
Sessizliğin Sesi’nden örnekler:
"Nada'nın “sessiz sesin” sesini duymak ve anlamak isteyen, önce Dharana'nın (bir iç nesne üzerinde ve dış evrenden tümüyle uzaklaşmış olarak, mükemmel biçimde yapılmış olan zihin konsantrasyonu) doğasını anlamalıdır."
"Ruh duymaya muktedir olmadan önce, insan kükremelere ve fısıltılara, azgın fillerin çığlıklarına ve ateş böceğinin gümüşi vızıltılarına sağır olmalıdır"
"Ruh anlamaya ve hatırlamaya muktedir olmadan önce, kilin önce çömlekçinin zihninde şekil alması gibi sessiz varlık ile birleşmelidir"
"Böylece ruh duyacak ve hatırlayacaktır ve iç varlığına sessizliğin sesi konuşacak ve şöyle diyecektir:
“Hayatının güneş ışığında yıkanırken ruhun gülümsüyorsa, ruhun kendi et ve madde kozası içinde şarkı söylüyorsa, ruhun yanılsamalar şatosu içinde ağlıyorsa; ruhun kendisini hoca’sına bağlayan gümüş ipi parçalamak için mücadele ediyorsa; ey Lanu, bil ki ruhun bu yeryüzüne aittir ."
"Tomurcuklanan ruhun dünya'nın gürültüsüne kulak kabarttığında; yanılsatıcı dünya olan yanılsamanın kükreyen sesine ruhun cevap verdiğinde, acının sıcak gözyaşlarını gördüğünde, korktuğunda ve kederin çığlıkları ile sağırlaştığında, kaplumbağa gibi kişilik kabuğuna çekilir, Lanu, bil ki, ruhun suskun tanrısının değersiz bir sunağıdır "
"Güçlü olduğunda, ruhun güvenli sığınağından dışarı doğru süzülür ve koruyucu barınağından uzaklaşır, gümüş ipini uzatır ve yükseğe doğru atılır: Boşluk içinde görüntüsünü seyrettiğinde, “Bu benim” diye mırıldandığında, söyle Lanu, ruhun hala daha yanılsamanın ağlarına takılıdır "
"Lanu, bu yeryüzü, acı evidir, “Büyük sapkınlık” adındaki yanılsama tarafından aldatılmış ben'ini tuzağa düşürmek için yol boyunca korkunç denemeler ve çeşitli tuzaklar kurulmuştur, “Büyük sapkınlık” ruhun tek, evrensel ya da sonsuz ben'den ayrılmış olduğuna inanmadır "
"Cahil Lanu, bu yeryüzü, fitilsiz ve yakıtsız yanan, hiçbir rüzgârın söndüremediği hakiki ışıklı “Işık vadisine” çıkan alaca karanlığa doğru kişinin yürüdüğü karanlık bir giriştir.
(Gerçeği) yaşamak istiyorsan (alışıldık) hayatını terk et.
Üçü, ey yorgun yolcu, üçü üzücü işlerin sonucuna götürür. Yanılsamayı yenebilirsen, üç oda -çeşitli bilinç durumları vasıtasıyla- seni daha yüksek bir ruhsal bilinç odasına götürecektir " ...
Not: Bunun ve Blavatsky'nin eserlerinin tam İngilizce metinlerini, blogumda sağ kolonda bulunan "Online Kitaplar" bölümünde bulabilirsiniz.
Araştırma: Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Sessizliğin Sesi’nden örnekler:
"Nada'nın “sessiz sesin” sesini duymak ve anlamak isteyen, önce Dharana'nın (bir iç nesne üzerinde ve dış evrenden tümüyle uzaklaşmış olarak, mükemmel biçimde yapılmış olan zihin konsantrasyonu) doğasını anlamalıdır."
"Ruh duymaya muktedir olmadan önce, insan kükremelere ve fısıltılara, azgın fillerin çığlıklarına ve ateş böceğinin gümüşi vızıltılarına sağır olmalıdır"
"Ruh anlamaya ve hatırlamaya muktedir olmadan önce, kilin önce çömlekçinin zihninde şekil alması gibi sessiz varlık ile birleşmelidir"
"Böylece ruh duyacak ve hatırlayacaktır ve iç varlığına sessizliğin sesi konuşacak ve şöyle diyecektir:
“Hayatının güneş ışığında yıkanırken ruhun gülümsüyorsa, ruhun kendi et ve madde kozası içinde şarkı söylüyorsa, ruhun yanılsamalar şatosu içinde ağlıyorsa; ruhun kendisini hoca’sına bağlayan gümüş ipi parçalamak için mücadele ediyorsa; ey Lanu, bil ki ruhun bu yeryüzüne aittir ."
"Tomurcuklanan ruhun dünya'nın gürültüsüne kulak kabarttığında; yanılsatıcı dünya olan yanılsamanın kükreyen sesine ruhun cevap verdiğinde, acının sıcak gözyaşlarını gördüğünde, korktuğunda ve kederin çığlıkları ile sağırlaştığında, kaplumbağa gibi kişilik kabuğuna çekilir, Lanu, bil ki, ruhun suskun tanrısının değersiz bir sunağıdır "
"Güçlü olduğunda, ruhun güvenli sığınağından dışarı doğru süzülür ve koruyucu barınağından uzaklaşır, gümüş ipini uzatır ve yükseğe doğru atılır: Boşluk içinde görüntüsünü seyrettiğinde, “Bu benim” diye mırıldandığında, söyle Lanu, ruhun hala daha yanılsamanın ağlarına takılıdır "
"Lanu, bu yeryüzü, acı evidir, “Büyük sapkınlık” adındaki yanılsama tarafından aldatılmış ben'ini tuzağa düşürmek için yol boyunca korkunç denemeler ve çeşitli tuzaklar kurulmuştur, “Büyük sapkınlık” ruhun tek, evrensel ya da sonsuz ben'den ayrılmış olduğuna inanmadır "
"Cahil Lanu, bu yeryüzü, fitilsiz ve yakıtsız yanan, hiçbir rüzgârın söndüremediği hakiki ışıklı “Işık vadisine” çıkan alaca karanlığa doğru kişinin yürüdüğü karanlık bir giriştir.
(Gerçeği) yaşamak istiyorsan (alışıldık) hayatını terk et.
Üçü, ey yorgun yolcu, üçü üzücü işlerin sonucuna götürür. Yanılsamayı yenebilirsen, üç oda -çeşitli bilinç durumları vasıtasıyla- seni daha yüksek bir ruhsal bilinç odasına götürecektir " ...
Not: Bunun ve Blavatsky'nin eserlerinin tam İngilizce metinlerini, blogumda sağ kolonda bulunan "Online Kitaplar" bölümünde bulabilirsiniz.
Araştırma: Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
13 Temmuz 2008 Pazar
Bhagavad Gita-Tanrı'nın Ezgisi
Bhagavad gita, en eski Hint kutsal metinlerinden biridir, Sanskritçe yazılmıştır ve meşhur Mahabbarata destanındaki bir bölümdür. Mahabbarata çok uzun bir destandır ve Hintlilerce kutsaldır. Sembolojik dil kullanarak yazılmıştır.
Mahabbarata, görünüşte iki kavmin savaşını anlatır ve bu savaşta ele geçirilmesi gereken bir şehir vardır. Bu şehir insanın benliğini temsil eder. Bu şehri ele geçirirken, orduların başı Arjuna aynı zamanda kötü tarafta olan kendi akrabalarına karşı da savaşmak zorundadır, ki bu ona çok zor gelir. Tam savaş alanında, orduların önüne çıkar, arabasını Krişna sürmektedir ve aynı zamanda bir inisiye bilgedir. Krişna'nın onun arabasını sürmesinin sembolik anlamı, Arjuna'nın iyi tarafta olduğunun ve ona iyi güçlerin, tanrısal ilhamın eşlik ettiğidir. Savaşın başlaması için Arjuna'nın okunu atması gerekmektedir. ama bu anda cesareti kırılır ve oku atamaz. O anda Krişna Arjuna'ya bir konuşma yapar. Mahabbarata destanının bu bölümüne “Bhagavad-gita” denir yani “Tanrının ezgisi”. Krişna Arjuna'ya, sevdiği şeyler bile olsa eğer kötüyse bu savaşı başlatması gerektiğini anlatır. Eski metinlerde bu bölümü okumanın bir saat ama anlamanın ve sindirmenin bir ömür olduğundan bahsedilir. Krişna'nın bu uzun konuşmasından sonra Arjuna oku atar ve savaş başlar. Çünkü kişi kendi görevini icra etmek için hayattadır ve bundan kaçamaz, Arjuna'nın görevi de budur.
Bu destanda Arjuna'nın 99 kardeşi vardır her biri insanın bir zaafını temsil eder. Asıl anlatılmak istenen ana fikir şudur ki, insan kendi iç savaşını başlatmalı, nefs mücadelesini yapmalıdır ve sonunda iyi olan kazanmalıdır. Bu savaş er ya da geç zorunludur. Ve bu savaş elbette zordur çünkü belki en çok sevdiğiniz şeylerden vazgeçmek ve onlara karşı savaşmak zorundasınızdır. Sizin en çok hoşunuza giden şey belki de size en çok zarar veren şeydir.
Mahabbarata destanının sadeleştirilmiş ve kısaltılmış hali, Can Yayınları'ndan çıkmıştır. Normali İncil'in 12 katı kadar uzundur. Fakat okuyunca sanki bir roman okumuş gibi hissedersiniz, oysa ki sembolojisine girince sanki bir deryadır. Ve sonunda görülür ki aslında tüm kutsal metinler aynı şeylerden bahsediyor, sadece farklı bir semboloji ile..
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Mahabbarata, görünüşte iki kavmin savaşını anlatır ve bu savaşta ele geçirilmesi gereken bir şehir vardır. Bu şehir insanın benliğini temsil eder. Bu şehri ele geçirirken, orduların başı Arjuna aynı zamanda kötü tarafta olan kendi akrabalarına karşı da savaşmak zorundadır, ki bu ona çok zor gelir. Tam savaş alanında, orduların önüne çıkar, arabasını Krişna sürmektedir ve aynı zamanda bir inisiye bilgedir. Krişna'nın onun arabasını sürmesinin sembolik anlamı, Arjuna'nın iyi tarafta olduğunun ve ona iyi güçlerin, tanrısal ilhamın eşlik ettiğidir. Savaşın başlaması için Arjuna'nın okunu atması gerekmektedir. ama bu anda cesareti kırılır ve oku atamaz. O anda Krişna Arjuna'ya bir konuşma yapar. Mahabbarata destanının bu bölümüne “Bhagavad-gita” denir yani “Tanrının ezgisi”. Krişna Arjuna'ya, sevdiği şeyler bile olsa eğer kötüyse bu savaşı başlatması gerektiğini anlatır. Eski metinlerde bu bölümü okumanın bir saat ama anlamanın ve sindirmenin bir ömür olduğundan bahsedilir. Krişna'nın bu uzun konuşmasından sonra Arjuna oku atar ve savaş başlar. Çünkü kişi kendi görevini icra etmek için hayattadır ve bundan kaçamaz, Arjuna'nın görevi de budur.
Bu destanda Arjuna'nın 99 kardeşi vardır her biri insanın bir zaafını temsil eder. Asıl anlatılmak istenen ana fikir şudur ki, insan kendi iç savaşını başlatmalı, nefs mücadelesini yapmalıdır ve sonunda iyi olan kazanmalıdır. Bu savaş er ya da geç zorunludur. Ve bu savaş elbette zordur çünkü belki en çok sevdiğiniz şeylerden vazgeçmek ve onlara karşı savaşmak zorundasınızdır. Sizin en çok hoşunuza giden şey belki de size en çok zarar veren şeydir.
Mahabbarata destanının sadeleştirilmiş ve kısaltılmış hali, Can Yayınları'ndan çıkmıştır. Normali İncil'in 12 katı kadar uzundur. Fakat okuyunca sanki bir roman okumuş gibi hissedersiniz, oysa ki sembolojisine girince sanki bir deryadır. Ve sonunda görülür ki aslında tüm kutsal metinler aynı şeylerden bahsediyor, sadece farklı bir semboloji ile..
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Sembolizm
Kadim semboller, bir fikri veya gizi içinde barındıran şekilsel ifadelerdir. Sembollerin özellikleri evrensel olmaları, ilahi mesajlar içermeleri, bir konunun başını da sonunu da içinde barındırmaları, zıt anlamları birleştirmeleri, arketipsel değer taşımaları ve sezgi yoluyla anlaşılabilmeleridir. Sembollerin dilini anlamadan, eski yazıtların hiçbirini çözebilmek mümkün değildir.
Sembollerin kullanıldığı ilk yazı dili, Thoth tarafından ortaya çıkarılmıştır. Ondan önce, bir yazı diline ihtiyaç yoktu; çünkü insanlar doğayı okumayı biliyorlardı. Bu özellik ortadan kalkmaya başladıkça bir yazı diline ihtiyaç duyuldu. Bu nedenle ideogramlardan oluşan hiyeroglifler kullanılmaya başladı. Bu dil, sadece aşkın olanı ifade etmek için rahiplerce kullanılan bir dildi, günlük hayatta kullanılmıyordu. Devlet yazışmaları için demotik, günlük hayat içinde kopt denilen ve hiyerogliflerin çok basitleştirilmesiyle oluşturulan ideografik ifadeler mevcuttu.
Her millete ait dinsel ve ezoterik kavramlar, kelimelerle ifade edilmeyip, sembolik ifadeyle anlatılmışlardır. Çünkü kelimeler bozulabilir, anlamları dejenere olabilir ve bir fikri saklayamazlar. Ayrıca söze dökülen kelimelerin zaten inanılmazlıkları ve güvenilmezlikleri nedeniyle büyük bir unutulma potansiyeli vardır. Bununla beraber, seslerin havada yaratacağı titreşimler; o olayla ilgili enerjilerin tekrar çağrılmasına ve canlanmasına neden olabilir. Bu nedenle tarihi ve dini olaylar öğrencilerce söze dökülmezdi. Tüm arkaik okulların öğrencileri, kendilerine verilen sırları ve gizli öğretileri sembollerle öğrenmişlerdir. Bu bilgiler zamanında alınmadıkça yarar yerine zarar getirebilir ve tehlikelidir.
Tarih boyunca sembollerin en büyük işlevi, gizli bilgilerin korunması olmuştur. Onlar sırların bekçileridir. Eski öğretiler semboller sayesinde bozulmadan kalmış ve ileriye doğru uzanmışlardır. Ayrıca zaman, mekan, kültür farkına dayanmışlar ve kendilerini anlayabilecek kişileri beklemişlerdir. Bu sembollerin birçoğu sıradan gözler için birşey ifade etmezler ve onlarca görülmeye uygun değillerdir.
Bizim yapmamız gereken; sembolleri anlamaya çalışmak ve bunda akıl yürütmenin yanısıra bilgi, zeka ve sezgimizi kullanmaktır. Sembolün içindeki fikre ulaşmaya ve onu özümsemeye çalışmalıyız. Şu an verdiğimiz savaş, daha önce de verildi ve bunlar da sembollerle bizlere aktarıldı. Sembolü anladığımızı sandığımız bir anda, öğrendiğimiz başka bir bilgiyle birlikte , sembol bize yeni anlamının kapılarını açabilir. Çünkü bir sembol, bizim bilgi dağarcığımız kadar zihnimizde yerini ve değerini alır. Bütünü görmeye başladıkça ve içsel olarak derinleştikçe; sembolün vermekte olduğu fikrin özüne ve aşkın amacına daha da yaklaşırız.
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Sembollerin kullanıldığı ilk yazı dili, Thoth tarafından ortaya çıkarılmıştır. Ondan önce, bir yazı diline ihtiyaç yoktu; çünkü insanlar doğayı okumayı biliyorlardı. Bu özellik ortadan kalkmaya başladıkça bir yazı diline ihtiyaç duyuldu. Bu nedenle ideogramlardan oluşan hiyeroglifler kullanılmaya başladı. Bu dil, sadece aşkın olanı ifade etmek için rahiplerce kullanılan bir dildi, günlük hayatta kullanılmıyordu. Devlet yazışmaları için demotik, günlük hayat içinde kopt denilen ve hiyerogliflerin çok basitleştirilmesiyle oluşturulan ideografik ifadeler mevcuttu.
Her millete ait dinsel ve ezoterik kavramlar, kelimelerle ifade edilmeyip, sembolik ifadeyle anlatılmışlardır. Çünkü kelimeler bozulabilir, anlamları dejenere olabilir ve bir fikri saklayamazlar. Ayrıca söze dökülen kelimelerin zaten inanılmazlıkları ve güvenilmezlikleri nedeniyle büyük bir unutulma potansiyeli vardır. Bununla beraber, seslerin havada yaratacağı titreşimler; o olayla ilgili enerjilerin tekrar çağrılmasına ve canlanmasına neden olabilir. Bu nedenle tarihi ve dini olaylar öğrencilerce söze dökülmezdi. Tüm arkaik okulların öğrencileri, kendilerine verilen sırları ve gizli öğretileri sembollerle öğrenmişlerdir. Bu bilgiler zamanında alınmadıkça yarar yerine zarar getirebilir ve tehlikelidir.
Tarih boyunca sembollerin en büyük işlevi, gizli bilgilerin korunması olmuştur. Onlar sırların bekçileridir. Eski öğretiler semboller sayesinde bozulmadan kalmış ve ileriye doğru uzanmışlardır. Ayrıca zaman, mekan, kültür farkına dayanmışlar ve kendilerini anlayabilecek kişileri beklemişlerdir. Bu sembollerin birçoğu sıradan gözler için birşey ifade etmezler ve onlarca görülmeye uygun değillerdir.
Bizim yapmamız gereken; sembolleri anlamaya çalışmak ve bunda akıl yürütmenin yanısıra bilgi, zeka ve sezgimizi kullanmaktır. Sembolün içindeki fikre ulaşmaya ve onu özümsemeye çalışmalıyız. Şu an verdiğimiz savaş, daha önce de verildi ve bunlar da sembollerle bizlere aktarıldı. Sembolü anladığımızı sandığımız bir anda, öğrendiğimiz başka bir bilgiyle birlikte , sembol bize yeni anlamının kapılarını açabilir. Çünkü bir sembol, bizim bilgi dağarcığımız kadar zihnimizde yerini ve değerini alır. Bütünü görmeye başladıkça ve içsel olarak derinleştikçe; sembolün vermekte olduğu fikrin özüne ve aşkın amacına daha da yaklaşırız.
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Kahramanlık İdeali
Kahramanlar bir çok konuda bizlere önderlik etmiş ve doğru yolda fedakarca yaşamlarını ortaya koymuş, tarih boyunca izleri silinmemiş ve bu nedenle ideallerinin ütopya olarak hala yaşadığı insanlardır. Ve çağımızda da bir arketip olarak bize örnek teşkil etmektedirler. Kahramanlar, toplumlarına yardımcı olmak için büyük işler yaparak insanlar için –ölümsüzlük- anlamına gelen ebedi bir üne sahip olmuşlar ve öteki insanlara, kendilerine benzeme fırsatı vermişlerdir. Olağanüstü yeteneklerine rağmen hiçbir zaman kusursuz değildirler. Fakat onların kahramanlık nitelikleri kadar insani zayıflıkları da aynı derecede öğretici özellik taşımaktadır.
Efsanelerle anlatılan bilgilerin ve de öğretilerin yerini, zamanla başka şeyler almış ve şimdi bu yeni fikirlerin kaybetmeye başladığı görülmüştür. Fakat devirler yasasına göre bu normaldir, hem insanların hem de gezegenlerin bir devri vardır ve bu devirler tekrar tekrar yaşanmaktadır. Bilgiler unutulur, düşüşe geçilir ve sonra yeniden hatırlanır ve yükselişe geçilir. Temel manada bunlar yukarıya doğru uzanan büyük spiral döngünün küçük salınımlarıdır. Yani kaçınılmaz ana hedef: “Yukarıya ve ileriye” doğrudur. Yüzüklerin Efendisi filminde belirtildiği gibi zamanla gerçekler unutularak tarih olur; tarihler efsaneye, efsaneler ise mite dönüşür. Yani aslında mitler, bize simgesel ifadelerle gerçekleri aktarmaktadırlar. Şu an yaşanılan içsel çabalar yeni bir şey değildir , eskiden de yaşanmıştır.
Bu çağda yapacağımız kahramanlıklarla belki yıllara meydan okuyamayabiliriz veya anlatılan şeyler bize çok uzak olabilir. Ama biz anlayamayacak kadar küçük olsak bile, anlatılan her şeyin bir anlatılma sebebi vardır. İyilik ve doğruluk adına hepimiz birer küçük savaşçı olabiliriz ve bunu ilk olarak da kendi içimizde başlatmamız gerekir. Çünkü kendini kontrol altına alamamış birinin, kendisi dışında başka şeylerde kontrol sahibi olması imkansızdır. Eski mitoslarda hep kahramanların devlerle, canavarlarlarla savaşlarından veya sevgilisine kavuşmak için aştığı dağlar ve zorluklardan bahsedilir. Aslında bunlar insanın kendini bulma yolundaki çabalarının çeşitli sembolojik anlatımlarıdır. Biz de kendi içimizde bir kahraman gibi çalışarak; onların davranışlarını örnek alarak, kendi içimizdeki saklı şekli ortaya çıkarmalıyız. Bir çok canavarlarla karşılaşacağız, elbette karşımıza sürekli zorluk ve engeller çıkacak ama bunu yenmek ve bu araçları kullanıp kendimizi saflaştırmak için çalışmalıyız. Her zorluk, aynı zamanda kendimizi geliştirmek için bir fırsattır.
Biz bir kez gönüllü ve safça çalışmaya başladığımızda; bunu dışarıya da yansıtmaya başlarız. Kendimizi saflaştırmanın yolu çalışmaktan geçer ve gerçeğe hizmet ettikçe özgür oluruz. Doğruluk ve adalet yolunda, her şeye ve Kali Yuga’ya rağmen atacağımız tüm adımlar birer kahramanlıktır. Kendi içinde küçük kahramanlıklar olsa bile, bu yolda ilerleyenlerin tümünün kanalize olmasıyla ortaya büyük bir enerji çıkar. Hem küçük küçük dünyayı ve çevremizi değiştirmeye; hem de bizden büyük kahramanlıklar yapmaya çalışan fedakar insanların işlerini kolaylaştırmaya ve yollarını açmaya başlarız. Yani Gandhi’nin dediği gibi, dünyada görmek istediğimiz değişimin, once kendisi olmalıyız.
Joseph Campbell, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” kitabında şöyle der:
“Kahramanın tehlikeli yolculuğu bir keşif değil; yeniden keşiftir. Çünkü aranan ve tehlikeli biçimde elde edilen tanrısal güç, daha en başından beri kahramanın kalbindedir. O, kim olduğunu öğrenen ve böylece olması gereken gücünün uygulamasına geçen kralın oğludur. Kahraman, hepimizin içinde saklı duran, yalnızca bilinmeyi ve yaşama katılmayı bekleyen tanrısal yaratıcı ve kurtarıcının simgesidir.”
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Efsanelerle anlatılan bilgilerin ve de öğretilerin yerini, zamanla başka şeyler almış ve şimdi bu yeni fikirlerin kaybetmeye başladığı görülmüştür. Fakat devirler yasasına göre bu normaldir, hem insanların hem de gezegenlerin bir devri vardır ve bu devirler tekrar tekrar yaşanmaktadır. Bilgiler unutulur, düşüşe geçilir ve sonra yeniden hatırlanır ve yükselişe geçilir. Temel manada bunlar yukarıya doğru uzanan büyük spiral döngünün küçük salınımlarıdır. Yani kaçınılmaz ana hedef: “Yukarıya ve ileriye” doğrudur. Yüzüklerin Efendisi filminde belirtildiği gibi zamanla gerçekler unutularak tarih olur; tarihler efsaneye, efsaneler ise mite dönüşür. Yani aslında mitler, bize simgesel ifadelerle gerçekleri aktarmaktadırlar. Şu an yaşanılan içsel çabalar yeni bir şey değildir , eskiden de yaşanmıştır.
Bu çağda yapacağımız kahramanlıklarla belki yıllara meydan okuyamayabiliriz veya anlatılan şeyler bize çok uzak olabilir. Ama biz anlayamayacak kadar küçük olsak bile, anlatılan her şeyin bir anlatılma sebebi vardır. İyilik ve doğruluk adına hepimiz birer küçük savaşçı olabiliriz ve bunu ilk olarak da kendi içimizde başlatmamız gerekir. Çünkü kendini kontrol altına alamamış birinin, kendisi dışında başka şeylerde kontrol sahibi olması imkansızdır. Eski mitoslarda hep kahramanların devlerle, canavarlarlarla savaşlarından veya sevgilisine kavuşmak için aştığı dağlar ve zorluklardan bahsedilir. Aslında bunlar insanın kendini bulma yolundaki çabalarının çeşitli sembolojik anlatımlarıdır. Biz de kendi içimizde bir kahraman gibi çalışarak; onların davranışlarını örnek alarak, kendi içimizdeki saklı şekli ortaya çıkarmalıyız. Bir çok canavarlarla karşılaşacağız, elbette karşımıza sürekli zorluk ve engeller çıkacak ama bunu yenmek ve bu araçları kullanıp kendimizi saflaştırmak için çalışmalıyız. Her zorluk, aynı zamanda kendimizi geliştirmek için bir fırsattır.
Biz bir kez gönüllü ve safça çalışmaya başladığımızda; bunu dışarıya da yansıtmaya başlarız. Kendimizi saflaştırmanın yolu çalışmaktan geçer ve gerçeğe hizmet ettikçe özgür oluruz. Doğruluk ve adalet yolunda, her şeye ve Kali Yuga’ya rağmen atacağımız tüm adımlar birer kahramanlıktır. Kendi içinde küçük kahramanlıklar olsa bile, bu yolda ilerleyenlerin tümünün kanalize olmasıyla ortaya büyük bir enerji çıkar. Hem küçük küçük dünyayı ve çevremizi değiştirmeye; hem de bizden büyük kahramanlıklar yapmaya çalışan fedakar insanların işlerini kolaylaştırmaya ve yollarını açmaya başlarız. Yani Gandhi’nin dediği gibi, dünyada görmek istediğimiz değişimin, once kendisi olmalıyız.
Joseph Campbell, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” kitabında şöyle der:
“Kahramanın tehlikeli yolculuğu bir keşif değil; yeniden keşiftir. Çünkü aranan ve tehlikeli biçimde elde edilen tanrısal güç, daha en başından beri kahramanın kalbindedir. O, kim olduğunu öğrenen ve böylece olması gereken gücünün uygulamasına geçen kralın oğludur. Kahraman, hepimizin içinde saklı duran, yalnızca bilinmeyi ve yaşama katılmayı bekleyen tanrısal yaratıcı ve kurtarıcının simgesidir.”
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Bir yastıkta kocayın...
Bir yastıkta kocayın...
Yeni evlenen çiftlere temenni olarak söylediğimiz, alışagelmiş bir sözdür “Bir yastıkta kocayın”... Günümüzün boşanma oranları göz önüne alındığında, gerçekten de bu sözün temenni bazında kaldığı su götürmez bir gerçek olarak görünüyor.
Henüz hem yaşam alanlarında hem de düşüncelerde modernizme ayak basmadığımız eski yıllara biraz göz atalım... Teknoloji ve modern çağın gerekleri, bizi her ne kadar muasır medeniyetler seviyesine götürse de, bizden çok şeyler alıp götürdü. Neleri alıp götürdüğünü görmek için de ancak üzerinde düşünmek gerekiyor. Çünkü bazı şeyler, üzerinde düşünmeden kendiliğinden anlaşılmıyor.
Henüz anne ve babalarımızın arasında sözü geçmeyen ama sessiz bir şekilde yaşanan bir saygı mevcuttu. O zaman nedense kadın-erkek haklarını pek de sorgulamıyorduk. Çocuktuk, bazı şeyler görüyorduk ama gördüğümüz şeyleri de yadırgamıyorduk. Henüz kafamızda “bireysellik” adı altında bir algı alanı oluşmamıştı diyelim. Herkes tuhaf bir şekilde kendi yazgısına sessizce boyun eğmiş; saygıyla yaşıyordu. Anne ve babalarımızın odası kutsaldı, öyle pek fazla içinde veya etrafında dolaşamazdık. O zamanlar anne-baba yataklarında bir tane uzun yastık vardı ve ebeveynlerimiz gerçekten de tek yastıkta yatardı. Bu durumda bir yastıkta kocamak da kaçınılmaz oluyordu şekilsel olarak da...
Zaman geçti, yıllar yerini yenilerine bıraktı. Artık herşey sorgulanmaya başladı, bireysellik akımı çığ gibi büyümeye başladı. Kafamızda artık, eskiden hiç olmayan düşünceler vardı. Her şeyde bir nedensellik arar, herşeyi kurcalar olmuştuk. Bu arada bu düşünce akımı elbette şekilsel olarak da hayatımızı etkilemeye başladı. Artık yataklarımızda iki adet yastık yanyana durmaya başlamıştı. Bir yastıkta kocamak deyimi, artık neredeyse gerçekten hoş bir temenni olarak kalmaya başladı. Çünkü biz anne ve babalarımız gibi değildik, haklarımızı kolay kolay kimselere yedirmezdik. Ve boşanma oranları giderek artmaya, o çok övündüğümüz temel aile yapısı kökten sarsılmaya başladı...
Eğitimin en temelinin verildiği, örnek alındığı aile ortamının çöküşü, elbette gelecek nesillerin de sağlıklı yetişmesinin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. Ülkemizin kanayan yaralarından biri olarak görünen bu sorunun çözümü için ise hiçbir şey yapabilecek gibi görünmüyoruz.
Neden mi? Çünkü biz değiştik. Gelişmişlik yolunda giderken, genelde sapla samanı birbirine karıştırarak büyüdük. Hep arada kaldık. Arkamızda sıkı geleneksel tabu kurallar, önümüzde çiçek çocuk ideolojileri; arayı bulmak hep bize kaldı. Kadınlar, yüzyıllardır ezilmenin verdiği hırsla, önüne gelen her fırsatı abarta abarta doyasıya yaşamaya başladı. Erkekler, ezikleşti, feminenleşti. Artık ne “erkek gibi erkek” lere, ne de “kadın gibi kadın” lara sık rastlanabiliyor. Hatta onu bırakın, “genç kız gibi genç kız” lara bile rastlamak, samanlıkta iğne aramak gibi birşey. Çünkü genç kızlarımız televizyonda gördükleri reşit olmamış genç yıldızlara özenircesine, kendi yaşlarından on yaş büyük bir görüntüde kırıta kırıta dolaşıyorlar.
Bireysellik kavramının içi iyice boşaltılarak, gün geçtikçe “bencillik” ile aynı anlama gelmeye başladı. Yani herşeyde “önce ben”, sonra diğerleri. Oysa bireysellik kavramında herkesin evrende kendine ait yeri doldurduğunu ve bu düzende bir bütünün parçaları olduğumuzu görmemiz neden bu kadar zor anlayamıyorum. “Fedakarlık” ile “taviz” arasındaki nüansı anlayamadığımız sürece, birlikte yaşamayı becermemiz çok zor. Evrendeki mikrokozmos-makrokozmos eşitliğini gözönüne alırsak, o zaman aile kavramı da evrendeki birliğin küçük bir modelini oluşturmalı. Fakat biz aile olmayı bile beceremezken, evrende birliği nasıl sağlayabiliriz ki?
Kadın ve erkek eşitliği, biraz da evrensel gerçekler unutularak yürüdü gitti. Aslında bazı şeylerin gerçekleri için doğaya bakmamız, izlememiz yeterli değil midir? Doğada inanılmaz bir düzen, şaşırtıcı bir “ying-yang” ilişkisi bulunuyor. Ying-yang işaretinde, gece ve gündüz gibi iki taraf da birbirini tamamlamakla beraber, her ikisinin içinde de bir diğerinden bir parça bulunuyor.
Bu anlamda kadın ve erkek için de aynı şeyden sözetmek mümkün. Kadın ve erkek için “ eşit” yerine, “ denk” kelimesini kullanmak daha doğru. İkisi de aynıdır ama dünyadaki işlevleri farklıdır, birbirini tamamlarlar. Bazı ağır işlerde, fiziksel yapı olarak daha narin olan kadınlar yerine, elbette yapı olarak güçlü erkeklerin görev almasında yadırganacak birşey yok ve olmamalı.
Biz kadınlar olarak, herşeyi yapabilecek gücün içimizde olduğu bilinciyle, bazı işlerde erkeklerin de kendi erkekliklerini yaşayabilmelerine fırsat tanımalıyız. Eğer gerekirse herşeyi yapabiliriz ama altını çizmek istiyorum; eğer gerekirse... Kadınlar erkekleri sindirerek, feminenleştirerek, etkisiz hale getirdikten sonra, artık karşısında bir erkek göremediği için ayrılılıyor ve bir başkasına gidiyor. Eskilerden kalma “Yuvayı dişi kuş yapar” sözünü yine hatırlamamız gerekiyor. Bizler kadınız, aileyi bir arada tutabiliriz, bu güç bizde bulunuyor. Bunu yaparken kendi bireyselliğimizi yaşamamızda da bir sorun yok. Halil Cibran’ın dediği gibi, nasıl ki bir tapınağı taşıyan sütunlar birbirinden ayrı duruyor ama aynı tapınağı taşıyorlarsa; ilişkilerde bireylerin konumu da bu şekilde olmalı.
Günümüz kadınları büyük polemikler yaşıyor. Reklamlarla pompalanan “Çocuk da yaparım, kariyer de “ sözcükleriyle şekillenen bilinçler, maalesef ikisini bir arada yapamıyor. Çünkü çocuklarını onlar değil, bakıcılar yetiştiriyor. Yani aslında kadınlar bu noktada doğurmak ve ihtiyaçlarını almak dışında, çocuk yetiştirmiyorlar.
Bunun yanısıra, kariyer sahibi birçok kadın, zengin bir koca bulup evlenmek ve artık çalışmamak hayaliyle yanıp tutuşuyor. Bu sözcükleri, kariyerlerinin en tepesindeki kadınlardan bile çok rahatça duyabiliyoruz. Bir taraftan erkeklerden sürekli nezaket bekliyorlar, diğer taraftan ise birçok nezaket hareketini hakaret olarak algılıyorlar. Günümüzde kadınlar, artık kendine ait evrensel işlevleri unutmuş gibi görünüyor.
Bir yastıkta kocayan çiftler görmek istiyorum artık etrafımda. En ufak bir sorunda bile pes ederek, nasılsa dünyada sonsuz alternatifler olduğunu düşünen insanlar değil...Evliliklerimize bir şans daha tanımayı; karşımızdakinin farklı yapıda başka bir insan olduğunu farkederek, arada ortak noktalar bulmayı ve en önemlisi birlikte yaşamı öğrenmemiz gerekiyor.
Bu anlamda sizlere “ Bir yastıkta kocayın.” dileğinden başka bir şeyle bu yazıyı bitirmeyi düşünemiyorum bile... Herşeyin düzelmesi için, illa yastıklarımızın yeniden tek parça haline mi gelmesi gerekiyor?
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Yeni evlenen çiftlere temenni olarak söylediğimiz, alışagelmiş bir sözdür “Bir yastıkta kocayın”... Günümüzün boşanma oranları göz önüne alındığında, gerçekten de bu sözün temenni bazında kaldığı su götürmez bir gerçek olarak görünüyor.
Henüz hem yaşam alanlarında hem de düşüncelerde modernizme ayak basmadığımız eski yıllara biraz göz atalım... Teknoloji ve modern çağın gerekleri, bizi her ne kadar muasır medeniyetler seviyesine götürse de, bizden çok şeyler alıp götürdü. Neleri alıp götürdüğünü görmek için de ancak üzerinde düşünmek gerekiyor. Çünkü bazı şeyler, üzerinde düşünmeden kendiliğinden anlaşılmıyor.
Henüz anne ve babalarımızın arasında sözü geçmeyen ama sessiz bir şekilde yaşanan bir saygı mevcuttu. O zaman nedense kadın-erkek haklarını pek de sorgulamıyorduk. Çocuktuk, bazı şeyler görüyorduk ama gördüğümüz şeyleri de yadırgamıyorduk. Henüz kafamızda “bireysellik” adı altında bir algı alanı oluşmamıştı diyelim. Herkes tuhaf bir şekilde kendi yazgısına sessizce boyun eğmiş; saygıyla yaşıyordu. Anne ve babalarımızın odası kutsaldı, öyle pek fazla içinde veya etrafında dolaşamazdık. O zamanlar anne-baba yataklarında bir tane uzun yastık vardı ve ebeveynlerimiz gerçekten de tek yastıkta yatardı. Bu durumda bir yastıkta kocamak da kaçınılmaz oluyordu şekilsel olarak da...
Zaman geçti, yıllar yerini yenilerine bıraktı. Artık herşey sorgulanmaya başladı, bireysellik akımı çığ gibi büyümeye başladı. Kafamızda artık, eskiden hiç olmayan düşünceler vardı. Her şeyde bir nedensellik arar, herşeyi kurcalar olmuştuk. Bu arada bu düşünce akımı elbette şekilsel olarak da hayatımızı etkilemeye başladı. Artık yataklarımızda iki adet yastık yanyana durmaya başlamıştı. Bir yastıkta kocamak deyimi, artık neredeyse gerçekten hoş bir temenni olarak kalmaya başladı. Çünkü biz anne ve babalarımız gibi değildik, haklarımızı kolay kolay kimselere yedirmezdik. Ve boşanma oranları giderek artmaya, o çok övündüğümüz temel aile yapısı kökten sarsılmaya başladı...
Eğitimin en temelinin verildiği, örnek alındığı aile ortamının çöküşü, elbette gelecek nesillerin de sağlıklı yetişmesinin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. Ülkemizin kanayan yaralarından biri olarak görünen bu sorunun çözümü için ise hiçbir şey yapabilecek gibi görünmüyoruz.
Neden mi? Çünkü biz değiştik. Gelişmişlik yolunda giderken, genelde sapla samanı birbirine karıştırarak büyüdük. Hep arada kaldık. Arkamızda sıkı geleneksel tabu kurallar, önümüzde çiçek çocuk ideolojileri; arayı bulmak hep bize kaldı. Kadınlar, yüzyıllardır ezilmenin verdiği hırsla, önüne gelen her fırsatı abarta abarta doyasıya yaşamaya başladı. Erkekler, ezikleşti, feminenleşti. Artık ne “erkek gibi erkek” lere, ne de “kadın gibi kadın” lara sık rastlanabiliyor. Hatta onu bırakın, “genç kız gibi genç kız” lara bile rastlamak, samanlıkta iğne aramak gibi birşey. Çünkü genç kızlarımız televizyonda gördükleri reşit olmamış genç yıldızlara özenircesine, kendi yaşlarından on yaş büyük bir görüntüde kırıta kırıta dolaşıyorlar.
Bireysellik kavramının içi iyice boşaltılarak, gün geçtikçe “bencillik” ile aynı anlama gelmeye başladı. Yani herşeyde “önce ben”, sonra diğerleri. Oysa bireysellik kavramında herkesin evrende kendine ait yeri doldurduğunu ve bu düzende bir bütünün parçaları olduğumuzu görmemiz neden bu kadar zor anlayamıyorum. “Fedakarlık” ile “taviz” arasındaki nüansı anlayamadığımız sürece, birlikte yaşamayı becermemiz çok zor. Evrendeki mikrokozmos-makrokozmos eşitliğini gözönüne alırsak, o zaman aile kavramı da evrendeki birliğin küçük bir modelini oluşturmalı. Fakat biz aile olmayı bile beceremezken, evrende birliği nasıl sağlayabiliriz ki?
Kadın ve erkek eşitliği, biraz da evrensel gerçekler unutularak yürüdü gitti. Aslında bazı şeylerin gerçekleri için doğaya bakmamız, izlememiz yeterli değil midir? Doğada inanılmaz bir düzen, şaşırtıcı bir “ying-yang” ilişkisi bulunuyor. Ying-yang işaretinde, gece ve gündüz gibi iki taraf da birbirini tamamlamakla beraber, her ikisinin içinde de bir diğerinden bir parça bulunuyor.
Bu anlamda kadın ve erkek için de aynı şeyden sözetmek mümkün. Kadın ve erkek için “ eşit” yerine, “ denk” kelimesini kullanmak daha doğru. İkisi de aynıdır ama dünyadaki işlevleri farklıdır, birbirini tamamlarlar. Bazı ağır işlerde, fiziksel yapı olarak daha narin olan kadınlar yerine, elbette yapı olarak güçlü erkeklerin görev almasında yadırganacak birşey yok ve olmamalı.
Biz kadınlar olarak, herşeyi yapabilecek gücün içimizde olduğu bilinciyle, bazı işlerde erkeklerin de kendi erkekliklerini yaşayabilmelerine fırsat tanımalıyız. Eğer gerekirse herşeyi yapabiliriz ama altını çizmek istiyorum; eğer gerekirse... Kadınlar erkekleri sindirerek, feminenleştirerek, etkisiz hale getirdikten sonra, artık karşısında bir erkek göremediği için ayrılılıyor ve bir başkasına gidiyor. Eskilerden kalma “Yuvayı dişi kuş yapar” sözünü yine hatırlamamız gerekiyor. Bizler kadınız, aileyi bir arada tutabiliriz, bu güç bizde bulunuyor. Bunu yaparken kendi bireyselliğimizi yaşamamızda da bir sorun yok. Halil Cibran’ın dediği gibi, nasıl ki bir tapınağı taşıyan sütunlar birbirinden ayrı duruyor ama aynı tapınağı taşıyorlarsa; ilişkilerde bireylerin konumu da bu şekilde olmalı.
Günümüz kadınları büyük polemikler yaşıyor. Reklamlarla pompalanan “Çocuk da yaparım, kariyer de “ sözcükleriyle şekillenen bilinçler, maalesef ikisini bir arada yapamıyor. Çünkü çocuklarını onlar değil, bakıcılar yetiştiriyor. Yani aslında kadınlar bu noktada doğurmak ve ihtiyaçlarını almak dışında, çocuk yetiştirmiyorlar.
Bunun yanısıra, kariyer sahibi birçok kadın, zengin bir koca bulup evlenmek ve artık çalışmamak hayaliyle yanıp tutuşuyor. Bu sözcükleri, kariyerlerinin en tepesindeki kadınlardan bile çok rahatça duyabiliyoruz. Bir taraftan erkeklerden sürekli nezaket bekliyorlar, diğer taraftan ise birçok nezaket hareketini hakaret olarak algılıyorlar. Günümüzde kadınlar, artık kendine ait evrensel işlevleri unutmuş gibi görünüyor.
Bir yastıkta kocayan çiftler görmek istiyorum artık etrafımda. En ufak bir sorunda bile pes ederek, nasılsa dünyada sonsuz alternatifler olduğunu düşünen insanlar değil...Evliliklerimize bir şans daha tanımayı; karşımızdakinin farklı yapıda başka bir insan olduğunu farkederek, arada ortak noktalar bulmayı ve en önemlisi birlikte yaşamı öğrenmemiz gerekiyor.
Bu anlamda sizlere “ Bir yastıkta kocayın.” dileğinden başka bir şeyle bu yazıyı bitirmeyi düşünemiyorum bile... Herşeyin düzelmesi için, illa yastıklarımızın yeniden tek parça haline mi gelmesi gerekiyor?
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Kırmızı Işıklar,Zen ve Zamanın Genleşmesi Üzerine
“Günün birinde bir keşiş Zen Ustası Joshu'ya sormuş "Zen nedir? Lütfen öğret bana". "Kahvaltı ettin mi?"diye sormuş Joshu "Evet, Usta" demiş keşiş. "Öyleyse" demiş Joshu "Git çanağını yıka". Zen özel bir şey değildir. Zen sizin dininizdir, benim dinimdir. Japonların dinidir. Zen Kızılderililerin, İslam'ın dinidir. Bir felsefedir. Bedenimizdir Zen. Bedenimizin duruşu, bedenimizin çalışmasıdır. Bilgisayarın tuşlarında gezinen parmaklarımızdır Zen. Bisiklete binerkenki ben'dir. Gülüşümüzdür Zen, ağlayışımız, nefretimiz, sevgimiz, yasımızdır. Zen, davranışımız ve davranışımızın gözlemidir. Aydır Zen, ağaçtır, güneşin batışıdır. İlkbahar, yaz, güz ve kıştır. Zen, çiçekleri vazoya yerleştiren kadındır. Usta'nın çay içişidir. Zen'i öğrenmek istiyorsanız Asya'da uygulanan geleneksel yolları izlemek zorunda değilsiniz. Yürürken, yemek pişirirken, araba ve bilgisayar kullanırken, koşarken, dansederken, tenis ya da futbol oynarken de Zen'i uygulayabilirsiniz…” ( “Gündelik Hayatta Zen” adlı kitaptan…)
Geçtiğimiz aylardan birindeydi sanırım, bir akşamüstü arabayla yolda gidiyorum ve yine her zamanki gibi İstanbul’un keşmekeş trafiğinde evime ulaşmaya çalışıyorum. Dingin olmak istiyorum böyle zamanlarda ama bunu başarmak son derece zor. Yine de denemekten vazgeçmiyorum. Bir alışveriş merkezinin önündeki ışıklara geliyorum, kırmızı ışık yanıyor ve duruyorum. Işığı görecek şekilde duruyorum ki, yeşil ışık yanar yanmaz gidebileyim. Bu sırada yeşil yanması için kalan saniyeyi görüyorum, 54 !... Birden büyük bir umutsuzluğa kapılıyorum, nasıl geçecek bu 54 saniye? Bir kırmızı ışık için ne kadar da uzun bir süre bu?
İşte herşey bu noktada başlıyor. Aydınlanmanın bir süreç değil, sadece bir an olduğunu söylemişlerdi. İşte bu an ben de bunu yaşıyorum...Bir günde 24 saat, 1 saatte 60 dakika var. Ve bir günün bile nasıl geçtiğini anlayamazken biz, kırmızı ışıkta beklediğimiz 54 saniye geçmek bilmiyor. Saniyeye gözlerimi büyük bir dikkat içerisinde dikiyorum ve görüyorum ki henüz yarısına bile gelmedi...Zaman bir türlü geçmek bilmiyor...Oysa ki sadece 54 saniye değil mi bu ?... Peki ya sevdiğimiz şeyleri yaparken neden zaman sanki koşar adımlarla ilerliyor? Hoşumuza gitmeyen durumlarda ise her saniye sanki beynimize vurarak yavaş yavaş adım atıyor...
Yaşadığım bu olaydan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. Kırmızı ışıkta beklerken yaşadığım derin bir trans durumuydu adeta. Çözümün Zen ve konsantrasyonla ilgili olduğunu düşündüm. Eğer sevdiğimiz ve mutlu olduğumuz zamanlarda da , bu konsantrasyonla davranırsak, acaba zaman daha ne kadar genleşebilirdi?
Zen felsefesinin temel anlayışlarından biri de şudur : “ Ne yapıyorsan ona odaklan ve sadece onu yap; yemek yiyorsan sadece yemek ye, sohbet ediyorsan da sadece sohbet et. O zaman hem yediğin yemeği farkındalıkla yemiş olmaktan dolayı büyük bir zevk alırsın; hem de ettiğin sohbetten büyük bir verim alırsın...” Bilinç seviyesi olarak herşeye aynı anda odaklanmamız mümkün olmadığı için, öncelikle tek bir şeye odaklanmayla konsantrasyon egzersizlerine başlayabiliriz. Bu zihin ve bilinç durumunu daha sonra çevremizdeki herşeye odaklanma ve farkındalığı yükseltme seviyesine çıkarabiliriz. Bu çeşit bir konsantrasyonla sevdiğinize ayırdığınız zamanları düşünün, ya da yapmak zorunda olduğunuz bir iş projesine ! Bütün dikkatinizi verdiğinizde, hem kendi kişisel kapasitenizin en üst noktalarında çalışmış olursunuz, hem de yaşadığınız her anın farkında olursunuz. Televizyon izlerken, sevdiğinizin gözüne bile bakmadan onu dinlersiniz. Ne verimli televizyon izleyebilir ne de sevdiğinizi dinleyebilirsiniz. Oysa televizyon izleyerek sonra da sadece sevdiğinize bir on dakika ayırsanız, belki gelecekte yaşayacağınız vicdan azaplarının önünü kesmiş ve insanların varlığını dinleyerek onamış olursunuz.
Krishnamurti, konsantrasyonla ilgili bir yazısında şöyle der : “ Gerçek konsantrasyonu tanım
lamak için şu örneği verebiliriz; bir manzaraya bakarken huşu içinde o manzaraya odaklanır ve kalırsınız ya; gerçek konsantrasyon böyle bir duygudur...”
54 saniyelik kırmızı ışığın, bende yaklaşık 10 dakikaymış gibi etki bırakması; sadece ve sadece benim o an direkt olarak kırmızı ışığa büyük bir bilinçle konsantre olmam sayesinde olmuştu. Biz insanlar, duyu organlarımıza ve algıladığımız şeylere göre karar veririz. O 54 saniye, o zaman bana çok daha uzun gelmişti. Bu durumda benim algılarıma güvenmem ve de zamanın genleşmesini kabul etmem gerekir. Hem de bir deneyle değil, sadece insan zihninin kusursuz yetenekleriyle... Demek ki zamanı kendimiz genleştirebiliyoruz; demek ki zihnimizle istediğimiz herşeyi yapabiliyoruz...Yüzyıllardır insan ömrünü uzatmaya yönelik gençlik iksirleriyle zaman harcayan araştırmacıların odaklanması gereken konu belki sadece buydu. Çözüm kendi içimizdeydi...Kötü zamanlar geçmek bilmiyorsa, iyi zamanlarında büyük farkındalıkla ve uzun bir şekilde yaşanması tamamen bizim elimizde görünüyor...Yapılması, uygulanması zor bir egzersiz olabilir. Ama çalışmadan hiçbirşeyi elde etmek mümkün değildir. Konsantrasyon yeteneklerimizi geliştirmek için günde sadece 10 dakika ayırabiliriz elbette. Ama günümüzde insanın en büyük kusurunun süreklilik ve irade olduğunu varsayarsak; yapması en zor şeyler arasına koyabiliriz elbette bunu...
Haydi bir deneme yapalım ve her gün gece yatmadan önce mutlaka 10 dakika müzik dinlemeye karar verelim. Özel bir müzik seçelim ve onu dinleyerek öyle uyuyalım, rahatlatıcı birşey olsun. Kendimize 2 hafta verelim. 2 hafta sonunda ise toplamda kaç kez bunu yaptığımıza bakalım ve yapamamamızın mazeretlerini de yazalım. Yarısı kadar bile yapamayacağımıza dair bahse girebilirim... Kaldı ki erteleme hastalığımız, vazgeçme ve zaman karşısında önemini yitirme hastalığımız da var...
Konsantrasyon egzersizleri için, öncelikle her gün bir fiziksel nesne seçelim. Ve bu nesneyi dikkatle inceleyelim. Rengi, kokusu, tadı, şekli, bakalım ve zihnimize kaydedelim. Sonra gözlerimizi kapatarak hayalimizde bu nesneyi canlandıralım ve nesneyle birinci derecede ilişkili şeyleri düşünelim. Nesnenin tadı, konusu, soğukluğu veya sıcaklığı, yapıldığı yer, yapan kişi gibi. Ama zihnimiz atlamalardan hoşlanır ve konuda kalmak istemez. Örneğin nesneyi yapan kişi, nesneyle direkt olarak birinci dereceden ilişkili bir konudur. Ama bu konudan, bu gibi nesneleri yapan seramikçi bir arkadaşımız aklımıza gelir ve konudan koparsak, yapmamız gereken şey gittiğimiz yoldan geri dönmektir. Yani arkadaşımıza nereden geldik, nesneyi yapan kişiden, nesneyi yapan kişiden nereye geldik, nesnenin özelliklerinden. Yolu atlamadan izleyerek nesneye geri gelmeli ve yine birinci derece ilişkili şeyleri düşünmeye başlamalıyız. Bunu on dakika kadar yapabilirsek; o nesnede daha önce farkına varmadığımız yüzlerce şeyin farkına vardığımızı görürüz. Zihinsel atlamalar ise başlarda çok olur; fakat egzersizler devam ettirildikçe azalmaya başlar. Bu şlekilde konsantrasyon yeteneklerimiz gelişir. Nesneye yeterince konsantre olduğumuz zamanlarda ise, dışarıdan tüm uyarılara kapalı oluruz; sesleri duymayız. Bunu yapmak da son derece zordur ama bu konuya takılmamalıyız; çünkü bir gün sesler kendiliğinden kesilecektir. Zihin tek bir noktada sabit durmaktan hoşlanmaz; hep atlamalar yapmak ister; adeta dizginlenemeyen vahşi bir at gibi davranır. Başlangıçta egzersiz için fiziksel nesneleri seçmek daha kolaydır. İlerledikçe ise olaylar, kişiler ve projeleri seçebiliriz. Bu şekilde zamanlar etrafımızdaki herşeye aynı anda konsantre olmayı başarabiliriz. Böylelikle zamanla kendi kendimizin efendisi olabilir ve kendi becerilerimizi, davranışlarımızı ve tepkilerimizi kendimiz yönetebiliriz.
Dingin ve huzurlu bir zihinle olayları değerlendirdiğimizde, herşeyi daha açık ve net görürüz. Bunun için bir örnek vermeye gerek yok, çünkü sinirlendiğimiz zamanlarda verdiğimiz kararlarla, aynı konu için sakinleştiğimiz zamanlarda verdiğimiz kararları karşılaştırmamız yeterli olacaktır. Hayatın tüm anlarında bu dinginliği, bu farkındalığı yakalayabilmek elbette bir ütopya değil. Dünyanın tüm bilgeliği, sadece biraz çaba harcamamız şartıyla, anlanabilme umuduyla bizleri bekliyor...
Gandhi demiş ki : “ Dünyada görmek istediğin değişimin, önce kendisi ol...” . Belki de çözüm sadece bizim kendi içimizde yatıyor. Uyuyan yeteneklerimizi uyandırmak elimizde. Bu sayede belki hem zamanı genleştirebilir, iyi ve mutlu zamanları daha uzun ve keyifli yaşayabilir ve belki de kişisel kapasitemizin en yüksek sınırlarını zorlayabiliriz...
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Geçtiğimiz aylardan birindeydi sanırım, bir akşamüstü arabayla yolda gidiyorum ve yine her zamanki gibi İstanbul’un keşmekeş trafiğinde evime ulaşmaya çalışıyorum. Dingin olmak istiyorum böyle zamanlarda ama bunu başarmak son derece zor. Yine de denemekten vazgeçmiyorum. Bir alışveriş merkezinin önündeki ışıklara geliyorum, kırmızı ışık yanıyor ve duruyorum. Işığı görecek şekilde duruyorum ki, yeşil ışık yanar yanmaz gidebileyim. Bu sırada yeşil yanması için kalan saniyeyi görüyorum, 54 !... Birden büyük bir umutsuzluğa kapılıyorum, nasıl geçecek bu 54 saniye? Bir kırmızı ışık için ne kadar da uzun bir süre bu?
İşte herşey bu noktada başlıyor. Aydınlanmanın bir süreç değil, sadece bir an olduğunu söylemişlerdi. İşte bu an ben de bunu yaşıyorum...Bir günde 24 saat, 1 saatte 60 dakika var. Ve bir günün bile nasıl geçtiğini anlayamazken biz, kırmızı ışıkta beklediğimiz 54 saniye geçmek bilmiyor. Saniyeye gözlerimi büyük bir dikkat içerisinde dikiyorum ve görüyorum ki henüz yarısına bile gelmedi...Zaman bir türlü geçmek bilmiyor...Oysa ki sadece 54 saniye değil mi bu ?... Peki ya sevdiğimiz şeyleri yaparken neden zaman sanki koşar adımlarla ilerliyor? Hoşumuza gitmeyen durumlarda ise her saniye sanki beynimize vurarak yavaş yavaş adım atıyor...
Yaşadığım bu olaydan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. Kırmızı ışıkta beklerken yaşadığım derin bir trans durumuydu adeta. Çözümün Zen ve konsantrasyonla ilgili olduğunu düşündüm. Eğer sevdiğimiz ve mutlu olduğumuz zamanlarda da , bu konsantrasyonla davranırsak, acaba zaman daha ne kadar genleşebilirdi?
Zen felsefesinin temel anlayışlarından biri de şudur : “ Ne yapıyorsan ona odaklan ve sadece onu yap; yemek yiyorsan sadece yemek ye, sohbet ediyorsan da sadece sohbet et. O zaman hem yediğin yemeği farkındalıkla yemiş olmaktan dolayı büyük bir zevk alırsın; hem de ettiğin sohbetten büyük bir verim alırsın...” Bilinç seviyesi olarak herşeye aynı anda odaklanmamız mümkün olmadığı için, öncelikle tek bir şeye odaklanmayla konsantrasyon egzersizlerine başlayabiliriz. Bu zihin ve bilinç durumunu daha sonra çevremizdeki herşeye odaklanma ve farkındalığı yükseltme seviyesine çıkarabiliriz. Bu çeşit bir konsantrasyonla sevdiğinize ayırdığınız zamanları düşünün, ya da yapmak zorunda olduğunuz bir iş projesine ! Bütün dikkatinizi verdiğinizde, hem kendi kişisel kapasitenizin en üst noktalarında çalışmış olursunuz, hem de yaşadığınız her anın farkında olursunuz. Televizyon izlerken, sevdiğinizin gözüne bile bakmadan onu dinlersiniz. Ne verimli televizyon izleyebilir ne de sevdiğinizi dinleyebilirsiniz. Oysa televizyon izleyerek sonra da sadece sevdiğinize bir on dakika ayırsanız, belki gelecekte yaşayacağınız vicdan azaplarının önünü kesmiş ve insanların varlığını dinleyerek onamış olursunuz.
Krishnamurti, konsantrasyonla ilgili bir yazısında şöyle der : “ Gerçek konsantrasyonu tanım
lamak için şu örneği verebiliriz; bir manzaraya bakarken huşu içinde o manzaraya odaklanır ve kalırsınız ya; gerçek konsantrasyon böyle bir duygudur...”
54 saniyelik kırmızı ışığın, bende yaklaşık 10 dakikaymış gibi etki bırakması; sadece ve sadece benim o an direkt olarak kırmızı ışığa büyük bir bilinçle konsantre olmam sayesinde olmuştu. Biz insanlar, duyu organlarımıza ve algıladığımız şeylere göre karar veririz. O 54 saniye, o zaman bana çok daha uzun gelmişti. Bu durumda benim algılarıma güvenmem ve de zamanın genleşmesini kabul etmem gerekir. Hem de bir deneyle değil, sadece insan zihninin kusursuz yetenekleriyle... Demek ki zamanı kendimiz genleştirebiliyoruz; demek ki zihnimizle istediğimiz herşeyi yapabiliyoruz...Yüzyıllardır insan ömrünü uzatmaya yönelik gençlik iksirleriyle zaman harcayan araştırmacıların odaklanması gereken konu belki sadece buydu. Çözüm kendi içimizdeydi...Kötü zamanlar geçmek bilmiyorsa, iyi zamanlarında büyük farkındalıkla ve uzun bir şekilde yaşanması tamamen bizim elimizde görünüyor...Yapılması, uygulanması zor bir egzersiz olabilir. Ama çalışmadan hiçbirşeyi elde etmek mümkün değildir. Konsantrasyon yeteneklerimizi geliştirmek için günde sadece 10 dakika ayırabiliriz elbette. Ama günümüzde insanın en büyük kusurunun süreklilik ve irade olduğunu varsayarsak; yapması en zor şeyler arasına koyabiliriz elbette bunu...
Haydi bir deneme yapalım ve her gün gece yatmadan önce mutlaka 10 dakika müzik dinlemeye karar verelim. Özel bir müzik seçelim ve onu dinleyerek öyle uyuyalım, rahatlatıcı birşey olsun. Kendimize 2 hafta verelim. 2 hafta sonunda ise toplamda kaç kez bunu yaptığımıza bakalım ve yapamamamızın mazeretlerini de yazalım. Yarısı kadar bile yapamayacağımıza dair bahse girebilirim... Kaldı ki erteleme hastalığımız, vazgeçme ve zaman karşısında önemini yitirme hastalığımız da var...
Konsantrasyon egzersizleri için, öncelikle her gün bir fiziksel nesne seçelim. Ve bu nesneyi dikkatle inceleyelim. Rengi, kokusu, tadı, şekli, bakalım ve zihnimize kaydedelim. Sonra gözlerimizi kapatarak hayalimizde bu nesneyi canlandıralım ve nesneyle birinci derecede ilişkili şeyleri düşünelim. Nesnenin tadı, konusu, soğukluğu veya sıcaklığı, yapıldığı yer, yapan kişi gibi. Ama zihnimiz atlamalardan hoşlanır ve konuda kalmak istemez. Örneğin nesneyi yapan kişi, nesneyle direkt olarak birinci dereceden ilişkili bir konudur. Ama bu konudan, bu gibi nesneleri yapan seramikçi bir arkadaşımız aklımıza gelir ve konudan koparsak, yapmamız gereken şey gittiğimiz yoldan geri dönmektir. Yani arkadaşımıza nereden geldik, nesneyi yapan kişiden, nesneyi yapan kişiden nereye geldik, nesnenin özelliklerinden. Yolu atlamadan izleyerek nesneye geri gelmeli ve yine birinci derece ilişkili şeyleri düşünmeye başlamalıyız. Bunu on dakika kadar yapabilirsek; o nesnede daha önce farkına varmadığımız yüzlerce şeyin farkına vardığımızı görürüz. Zihinsel atlamalar ise başlarda çok olur; fakat egzersizler devam ettirildikçe azalmaya başlar. Bu şlekilde konsantrasyon yeteneklerimiz gelişir. Nesneye yeterince konsantre olduğumuz zamanlarda ise, dışarıdan tüm uyarılara kapalı oluruz; sesleri duymayız. Bunu yapmak da son derece zordur ama bu konuya takılmamalıyız; çünkü bir gün sesler kendiliğinden kesilecektir. Zihin tek bir noktada sabit durmaktan hoşlanmaz; hep atlamalar yapmak ister; adeta dizginlenemeyen vahşi bir at gibi davranır. Başlangıçta egzersiz için fiziksel nesneleri seçmek daha kolaydır. İlerledikçe ise olaylar, kişiler ve projeleri seçebiliriz. Bu şekilde zamanlar etrafımızdaki herşeye aynı anda konsantre olmayı başarabiliriz. Böylelikle zamanla kendi kendimizin efendisi olabilir ve kendi becerilerimizi, davranışlarımızı ve tepkilerimizi kendimiz yönetebiliriz.
Dingin ve huzurlu bir zihinle olayları değerlendirdiğimizde, herşeyi daha açık ve net görürüz. Bunun için bir örnek vermeye gerek yok, çünkü sinirlendiğimiz zamanlarda verdiğimiz kararlarla, aynı konu için sakinleştiğimiz zamanlarda verdiğimiz kararları karşılaştırmamız yeterli olacaktır. Hayatın tüm anlarında bu dinginliği, bu farkındalığı yakalayabilmek elbette bir ütopya değil. Dünyanın tüm bilgeliği, sadece biraz çaba harcamamız şartıyla, anlanabilme umuduyla bizleri bekliyor...
Gandhi demiş ki : “ Dünyada görmek istediğin değişimin, önce kendisi ol...” . Belki de çözüm sadece bizim kendi içimizde yatıyor. Uyuyan yeteneklerimizi uyandırmak elimizde. Bu sayede belki hem zamanı genleştirebilir, iyi ve mutlu zamanları daha uzun ve keyifli yaşayabilir ve belki de kişisel kapasitemizin en yüksek sınırlarını zorlayabiliriz...
Yazar : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Haydi Düz Uçuşla Başlayalım!
Martı Jonathan Livingston. Onu hepimiz Richard Bach’in “Martı” adlı romanından tanırız, hayatımızın bir döneminde mutlaka onunla karşılaşmışızdır. Kimi için okuduğu kitaplardan sadece biridir ve kendisini keşfetme isteği ile birlikte raftaki yerini çoktan almıştır bile. Oysa öyküdeki martı, her türlü koşula rağmen kendisini aşmayı, kendi sınırlarını zorlamayı denemektedir, yani hayalini gerçeğe dönüştürmek için iradesini koymuş ve adımını atmıştır. Biz bu öyküde, bir martının gözüyle, onun hayatının ayrıntılarında ve bir kuşun sıradan yaşamında kendimizi incelemekteyiz. Sadece bir kuşun gözünden anlatılsa bile, aslında herşey ortaya dökülmüştür. Yani yasa aslında bu kadar basittir, bunu anlamak için parçalara bölen biziz.
Martı Jonathan Livingston, sıradışı ( !) bir kuştur ve diğer martılar gibi sırf yiyecek bulmak, balıkçıların artıklarıyla yetinmek, sonra sahile dönmek ve daha uzun yaşayabilmek için uçmaz. Bir ideali vardır ve uçmayı büyük bir tutkuyla sevmektedir. Çok fazla deneme yapmakta ve başarısız olduğunda ise umutsuzluğa düşmektedir. Zaten ailesi de, diğer martılar da onu eleştirmekte ve diğerlerden farklı olduğu için sürekli kınamaktadırlar. O da zaman zaman ümitsizliğe kapılır ve kendi kendine şöyle der: “Ben bir martıyım ve doğamla sınırlıyım. Eğer uçuş hakkında daha çok şey öğrenmem gerekseydi, beyin yerine uçuş haritalarım olurdu. Daha hızlı uçabilmem içinse bir şahininki kadar kısa kanatlarım olmalıydı ve ben balık yerine fareyle beslenmeliydim. Babam haklı. Tüm bu saçmalıkları unutmalıyım. Sürüme geri dönmeli, neysem o olmalı, sınırları belli zavallı bir martı olarak kalmalıyım.”. Sürü içinde sıradan bir martı olmaya karar vermesi, onun kendini daha iyi hissetmesine neden olur. Artık onu öğrenmeye iten gücü umursamayacak, doğasına meydan okumayacak ve dolayısıyla başarısızlığa uğramaktan korkmayacaktır.
Jonathan’in bu ikilemleri, kendi sınırlarını aşmayı isteyen ama bir türlü koşullar nedeniyle bunu başaramayanların alışılmış hikayesidir aslında. Hep birşeyler yapmak isteriz ama bunun için ortaya yeterli irade koyamamamızdan ötürü bir türlü harekete geçemeyiz. Peki bizi engelleyen şeyler nedir? Gerçekten koşullar mı? Yani çevremiz, işimizin yoğunluğu, zamanımızın kısıtlı olması, arkadaşlarımız ve ailemizin görüşleri mi yoksa sadece kendi düşüncelerimiz mi? Ya da başarısızlıktan korkmamız mı? Dünya tarihinde ideallerini gerçekleştirmiş sayısız insan vardır ve yaptıkları tek şey kendi güçlerine inanarak, başarısızlıktan korkmadan, her yaşadığı hata ve denemeden tecrübeyle çıkarak, sürekli ilerlemektir. Hepimiz aynı Tanrısal özü taşıyoruz ve bu güç hepimizin içinde var. Tek ihtiyacımız olan şey, “Yaparım” demek değil, hemen harekete geçmek. Herşey denendiği taktirde gerçektir. O veya bu durumda ne şekilde davranacağımızı söylemek gerçek değildir. Aslolan eylemdir.
Hayatta seyirci kalmak geçici bir süre için kolay olandır. Ama eninde sonunda bu denemelerden geçmek zorundayız, bunu unutmaya çalışmak sadece ertelemeye ve başımıza gelecekleri daha da yoğunlaştırmaya yarayacaktır. Öyküde de Jonathan, kendi doğası ve sınırlarını kabul edip, sıradan yaşamaktan bahseder. Ama doğası bu değildir, sınırları da öyle. Her filozof gibi, merak içerisindedir. Aranan güç, dışarıda değildir, doğal olmayan birşey de değildir. Herkesteki Tanrısal öz nedeniyle aslında içimizde sadece uyandırılmayı beklemektedir. Bu nedenle korkusunu yenerek uçuş çalışmalarına yeniden başlar ve kanatlarını yapıştırarak uçmak suretiyle yüksek hızlara ulaşmayı başarır.
Yani Jonathan, kendini tanımaya, kendini keşfetmeye başlamıştır. İlk başta kendi kişiliğindeki yüklerden kurtulur. Çünkü kısa kanatlarla daha hızlı uçabilir. Evet kanatlar görünüşte kısadır ama onu daha büyük hızlara çıkarır. Bizler de kişiliğimizdeki yüklerden yani kıskançlık, bencillik gibi kötü huylardan kurtulduğumuzda, gerçekten bilgelik yolunda hızımız artacaktır.
Martı Jonathan, hızını yükselttikçe heyecana kapılır ve şöyle der: “Diğer martılar başardığım şeyleri duyduklarında zevkten çılgına dönecekler. Yaşamak için ne çok neden var!. Balıkçı teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka nedenler de var yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz !”
Öğrenmek ve kendini keşfetmek, insanı özgürleştirir. İnsan, kendini koyduğu kafesten kurtulur ve kendini tanımaya başlar. Kendini tanıyan, evreni de tanıyacaktır. Martımız burada cehaletinin farkına varmış ve öğrenme kapısına girmiştir. Fakat sandığı gibi hiç kimse onu hevesle beklememektedir. Aksine sürüden farklı davrandığı için Konsey onu cezalandırmış, tek başına olacağı başka bir yere sürme kararı almıştır. İnsanlar kendi yapmaya korktuğu şeyleri yapanlara, toplumdan farklı davrananlara karşı her zaman zalim olmuşlardır. Çünkü kendini tanımaya çalışmak zor bir yoldur ve insanın kendiyle yüzleşmesi, insanlığın büyük savaşıdır. Jonathan bu aşamada hala ödül beklentisiyle çalışmakta ve alkış aramaktadır. Fakat, sadece uçmak için uçması gerektiğinin farkına varması uzun zaman almayacaktır.
Jonathan sürüldüğü sarp kayalıklarda zamanını uçuş talimleri yaparak geçirir. Bu sırada iki tane parlak martı gelerek onu yukarılardaki evine götüreceklerini söylerler. Bu martılar da Jonathan gibi hızlıdırlar. Jonathan gücünün bu kadar olduğunu ve daha yükseğe çıkamayacağını söyler ama kuşlar onu ikna ederek götürürler. Öykünün ilk bölümü bu noktada biter. Jonathan daha fazlasını yapamayacağına inanmıştır, zaten çok iyi uçmaktadır. Ama bu kapasitesinin bir sınırı yoktur. Daha iyisini yapamayacağımız konusunda korkumuz olmamalıdır. Her aşama, daha büyük çalışma gerektirir ama elde edilecek olan iç güç, her seferinde daha da artar.
Jonathan, kuşların onu getirdiği yeni yerin cennet olduğunu düşünür, çünkü oradaki kuşlar da onun gibi, herşeyden çok sevdikleri uçma konusunda kendilerini aşmak ve mükemmele ulaşmak için çalışmaktadır. Daha gelir gelmez, Jonathan’in tüyleri parlaklaşır ve uçuş kapasitesi artar. Yeni yapısıyla yapabilecekleri daha fazladır, daha hızlanabilmektedir ama; burada eskisinden daha fazla öğrenilecek şey olduğununun farkına varır. Zamanı burada uçuş talimleri yaparak, diğer kuşlarla sessiz bir iletişim kurarak geçer. Dünyadaki anıları ise gittikçe silikleşir.
Bir gün burada neden bu kadar az martı olduğunu düşünür, çünkü dünyada binlercesi vardır. Ona martı Sullivan cevap verir: “Geldiğin yerde binlerce martı var, biliyorum. Bildiğim tek yanıt, senin milyonda bir rastlanan ender kuşlardan olduğun. Yola çıkanlarımızın çoğu yavaştı. Nereden geldiğimizi hemen unutup nereye gittiğimizi merak bile etmeden, günübirlik yaşayarak, çoğu kez biribirinin aynısı olan şeyi yaptık; bir dünyadan gelip diğerine gittik. Yemekten, birbirimizle mücadele etmekten, sürüye gücümüzü kanıtlamaya çalışmaktan daha başka yaşama nedenleri olduğunu öğrenmek için kaç yaşamdan geçmek zorunda kaldık, bir fikrin var mı Jonathan? Binlerce Jon, onbinlerce ! Ardından mükemmellik diye birşeyin varlığını fark edene kadar yüzlerce yaşam daha...Yaşama amacımızın mükemmeli bulma ve onu açığa çıkarma olduğunu anlamak için diğer yüzlercesi daha yaşandı. Şimdi de aynı kural geçerli, tabii ki diğer dünyayı bir öncesinde öğrendiklerimizle kurarız. Fakat hiçbirşey öğrenilmemişse, sonraki yaşam öncesinin aynısı olacaktır; aynı sınırlar ve kazanmak için yüklenilen aynı sıkıntılar. Fakat sen Jon, şu anki yaşamına ulaşabilmek için binlerce yaşamın peşinde koşmak zorunda kalmadın, herşeyi bir kerede öğrendin...”
Bizler de karmanın tekerleğinden kaçamayacağımızı ve hayatımızın kendi ellerimizin eseri olduğunu öğrenene kadar kimbilir kaç yaşam, kaç deneme daha geçireceğiz? Bunu bilmek yetmez, yaşamda uygulamak gerekir. Bilgi, sorumluluk demektir. Bir kişi, gerçeğin farkında olduğu halde buna gözlerini nasıl kapayabilir? Hiçkimse geçmişten getirdiklerini değiştiremez, ama şu an yaptıklarıyla ilerideki hayatını hazırlamaktadır. Bu nedenle yasanın farkında olan birinin, başına gelenlere üzülmemesi gerekir. Bu, bir çiçeği koparmak ve sonra öldüğü için üzülmekle aynı şeydir.Yasanın bir kuralı çiğnenmişse ve her denemede de ders alınmadan çiğnenmeye devam ediliyorsa, hatalarımızın bedelleri tokat gibi yüzümüze çarpacaktır. Ta ki biz hayatımızın iplerini elimize alana kadar. O zaman karşımızda doğal olarak kapılar açılacak ve doğaya uygun davranmamızdan dolayı, doğa da bizi kendi parçası olarak kabul edecek ve yardım elini uzatacaktır. Kapılar açıldığında ve ışık görüldüğünde ise, yeni şeyler öğrenmeye başlayacağız. Tanrı’yla bir olana kadar bu öğrenme devam edecektir. Varış noktası aynıdır, yollar farklı olabilir, tempomuz yavaş veya hızlı olabilir. Önemli olan öğrenilenlerin sindirilerek aynı oranda hayata geçirilmesidir.
Jonathan’a dönersek, burada yaşlı bir Hoca ile karşılaşır, adı Chiang’tır. O, sürünün en iyi uçan martısıdır. Jonathan ona burasının cennet olup olmadığını ve buradan sonra nereye gideceklerini sorar. Chiang ise şöyle der: “Cennet bir yer, bir mekan değildir, bir zaman dilimi değildir. Cennet öğrenmektir, mükemmelliktir. En iyi hıza ulaştığın an, cennete de ulaşmış olacaksın. Ve bu saatte bin mil, bir milyon mil hızla ya da ışık hızıyla uçmak anlamına gelmiyor. Çünkü rakamlar sınırları belirler, mükemmelin sınırları yoktur. Mükemmel hıza ulaşmak oğlum, orada olmak demektir.” Bunu söyler söylemez Chiang bir anda gözden kaybolur ve aynı anda kıyının karşısında belirir. Jonathan şaşırır ve bunu nasıl yaptığını sorar ve kendisine öğretmesini ister. Chiang kabul eder ve düşündüğü en son hızda herhangi bir yere uçabilmesi için, daha şimdiden oraya vardığını kabul etmesi gerektiğini söyler. Chiang’a göre bu işin kuralı, Jonathan’in kendisini bir metre kanat açıklığıyla sınırlı bir bedene sahip, rotası belirle
nmiş bir martı olarak görmemesidir. Kural; gerçek doğasını, bilinen tüm rakamların aştığı, zamanın ve mekanın ötesine geçtiği zaman yaşayabileceğini bilmesidir. Jonathan’in bunu anlaması ve hissetmesi uzun sürer ve bu sürede Hocası ile çalışır. Jonathan, Hoca’sından öğrenebileceği herşeyi öğrendikten sonra, Hocası Chiang onu artık kendi ayaklarının üzerine bırakır ve oradan ayrılır. Çünkü bundan sonrası onun kendi tecrübesi olmalıdır. Jonathan geçmişiyle olan bağlarını koparmış ve bedeninin ötesine geçebilmiştir.Fakat hala yapabileceği şeyler vardır.
Hiçbirimiz, sadece fiziksel bedenimiz değiliz. Ne yazık ki günlük hayatta kendilerini bedeninden ibaret sayan insanlar, bunca acıyla niçin karşılaştıklarına hala şaşıp kalmaktadırlar. Bizim bir Ruh’umuz da var ve geçici olarak da beden denilen kafeste barınmakta. Bedenimizi besleriz, ona iyi bakarız. Ama Ruhumuza aynı özeni göstermeyiz. Halbuki geçici bir şeye yatırım yapmaktayız, bedenimiz bizi terkedip gidecek. Ruhumuzu beslemeliyiz ve nereye ulaşacağımızı düşünmeden, fakat amacı da gözden kaçırmadan, sadece Gerçek için ve doğa için çalışmalıyız. Kendimizden kusurları temizledikçe, aslında cennetin ufak ışıltılarını görürüz. Bunları yapabilmek için de, evreni insanları ile birlikte bir bütün, yaşayan bir organizma olarak görmeli; içimizden her türlü karşıtlığı atmalıyız. İçimizde kalması gereken tek gerginlik; kişilikle birey arasında sürekli devam eden savaşın gerginliği olmalıdır.
Jonathan sevginin gerçek anlamını anlamaya başlamıştır. Sevgi, evrensel birşeydir, gerçeğe duyulan aşktır ve yasa için hizmet etmektir. Çünkü sevgi, diğerlerini de içine alır. Jonathan ışığı görmüştür ama mağaraya geri dönmesinin gerektiğini anlar. Başkalarının acılarını görerek, bilge bir kişinin mutlu olması mümkün değildir. Gerçeklere aşina oldukça, diğer insanlar için duyulan endişe daha da artacaktır. En yüksekten uçan martı, herşeyin en çok farkında olandır. En uzağı gören kişi ise, son kapıdan herkesin geçmesi gerektiğini bilen bir kişidir. Son kişi geçmeden insanlar için bu kapı kapanmayacak; bilge kişiler ise insan evriminin son kapısına yaklaştıkça da; diğerleri için endişeleri ve merhametleri artacaktır. Bu nedenle de yasa için ödev duygusuyla hareket ederek, insanlığa el uzatırlar.
Jonathan kararını vererek dünyaya geri döner ve bu noktada öykünün üçüncü bölümü başlar. O sırada kendisi gibi uçma aşkıyla sürüden kovulmuş ve kayalıklarda talim yapan martı Fletcher’in yanına gelir. Jonathan ona uçmak isteyip istemediğini sorar ve ekler : “Martı Fletcher Lynd, süründeki martıları affedip bu işi iyice öğrendikten sonra geri dönmek ve onların öğrenmelerine yardımcı olmak için de uçmayı ister misin?”. Martı Fletcher bu usta varlık karşısında yalan söyleyemez ve istediğini belirtir. Jonathan cevap verir : “Öyleyse Fletch, düz uçuşla başlayalım. Bu kadar keskin hareketler yaptığın sürece, kesinlikle yapamazsın. Daha başlangıçta, saatte kırk mil hız kaybettin. Yumuşak olmalısın, unutma, kararlı ama yumuşak.”.
Jonathan daha gelir gelmez ilk öğrencisini bulmuştur. Onu eğitmeye başlar. Daha ilk baştan, diğerleri için de çalışması gerektiğini hatırlatır öğrencisine. Bunun için ilk yapılması gereken şey sevginin farkına varmak ve diğerlerine karşı merhametli olmaktır. Çünkü diğerleri henüz birşeylerin farkında değildir ve bazı yaşam şekillerine tabu halinde bağlıdır. Bunları yıkmak kolay olmayacaktır. Ama yıkmadan önce, öğrencisine mükemmel uçmayı öğretecektir Jonathan. Çünkü aslolan şey, örnek olmaktır. Azıcık bilgimizle başkalarını eğitmeye çalışmak yerine, doğru eylemle örnek davranışlar göstermeliyiz. Fikirlerimiz ve davranışlarımız birbiriyle aynı rotada olmalıdır. Öğrenirken de aceleci olmamalıyız. Kararlı ama yumuşak hareket etmeliyiz. Çünkü geçmişe çok sıkı bağlarla bağlıyız ve bunları üzerimizden atmak kolay olmayacaktır. Bu zamana dek tüm çevremiz, ailemiz bize çoğunlukla tersini öğretmiştir. Eğer sindirmeden hızlı hareket edersek, yere çakılabiliriz. Ve bu çakılmanın öfkesi, eğer bilgileri yeterince sindiremediysek bizi yoldan çıkarabilir.
Üç ay sonunda Jonathan’in altı meraklı öğrencisi olur. Fakat hepsi için şu an çok büyük bir çaba göstererek çalışmak, bunun ardındaki gerçek nedeni anlamaktan daha kolaydır. Jonathan çok kez birşeyler söylemek ister ama henüz onlar için çok erkendir. Çünkü muhtemelen keyifli bir masal gibi dinleyecekler ve uykuya dalacaklar, ertesi gün ise bunu unutacaklardır. Öğrencileri çalışmayı sevmektedirler , çünkü hızlı ve heyecanlıdır ve sürekli öğrenirler. Fakat hiçbiri uçma fikrinin bir rüzgarın esmesi, bir tüyün havada süzülmesi kadar gerçek olabileceğini düşünmemektedir. Bir kanat ucundan diğerine kadar tüm bedenleri aslında düşündüklerinden başka bir şey değildi. Düşüncelerinin zincirlerinden kurtulmaları ve bedenin zincirlerini kırmaları gerekmekteydi. Fakat şu an yapmaları gereken tek şey çalışmaktı; bu bilgileri anlayabilmeleri için henüz çok erkendi. Yürümemiz gereken yolda yürürken, Hocalarımız bize her zaman öğrenmemiz gerektiği kadar bilgi verir. Çünkü zamanından önce alınan bilgi hem kafamızı karıştırır, hem de anlamamamıza yol açar. Zamanında alarak kullanabileceğimiz bir bilgiyi, zamansız alırsak gereken değeri veremeyiz.
Bir ay sonra Jonathan sürüye geri dönmelerinin zamanının geldiğini belirtir ve diğer martıların yanına dönerler. Fakat sürünün başkanı bu martıları izleyen, önemseyen veya konuşan olursa sürüden dışlanacağını söyler. İlerleyen dakikalarda tüm sürü onlara sırtını döner ama Jonathan önemsemez ve öğrencileriyle uçuş talimleri yapmaya başlarlar.
Geri dönüşlerinin üzerinden bir ay geçtikten sonra ilk martı yanlarına gelerek uçmayı nasıl öğrendiklerini sorar ve anında sürüden dışlanır. Sonra sol kanadını hareket ettiremeyen martı Kirk maynard gelir ve Jonathan onun da kendine güvenerek uçmasını sağlar. Şafakla birlikte, öğrenci grubunun etrafında, neredeyse bine yakın kuş meraklı gözlerle durmuş, Maynard’a bakmaktadır ve görülüp görülmemek umurlarında değildir, sadece Jonathan’i dinleyip anlamaya çalışmaktadırlar. Oldukça basit şeylerden bahsetmektedir Jonathan; uçmak bir martının en doğal hakkı, özgürlük onun doğasında var ve bu özgürlüğü engeleyecek ne varsa; gelenekler, batıl inançlar ya da herhangi bir şekilde sınırlamalar, tümü bir kenara bırakılmalıdır. “Bu, sürünün yasası bile olsa bir kenara bırakılmalı mı?” diye bir ses yükselir kalabalıktan ve Jonathan cevap verir: “ En doğru yasa, bizi özgürlüğe götürecek olan yasadır, başka hiçbir şey değil.”. Sürüdeki bir kuş, Jonathan farklı ve yetenekli olduğunu ve onun yaptıklarını kendilerinin yapamayacağını belirtir. Jonathan ise öğrencilerini gösterir ve tek gerçekten kim olduklarını anlamaya ve bunu bilerek yaşamaya başlamaları olduğunu söyler.
Aslında bu noktada anlatılanlar son derece açıktır. Kendimizi geleneklerden, boş inançlardan kurtarmalıyız ve bizi gerçeğe götürecek yasaya bağlanarak; ona uygun hareket etmeliyiz. Kendi sınırlarımızı aşmalı, kendimizi tanımalı ve ona göre uygulamaya geçmemiz gereklidir. Bunları yaparken sadece çalışmak da yetmez; ne için çalıştığımızın ve arkasındaki sebebin de farkında olmamız şarttır.
Bir gün Fletcher yeni öğrencilere uçma talimi yaptırırken; ilk uçuşunu annesine gösteren bir yavru martıya çarpmamak için son anda yön değiştirir ve iki yüz mil hızla büyük bir gürültüyle kayalara çakılır. Ve bu noktada artık onun için seçim zamanı gelir; ya orada kalıp öğrencilerini eğitecek ya da başka bir boyutta gelişimine devam edecektir. Fletcher Hocasının yolunu izler ve kalmaya karar verir. Fletcher o anda kayalıklarda gözünü açar ve sürüdekiler yanında bulunan Jonathan’in onu yeniden canlandırdığını düşünürler ve Jonathan’ın bir şeytan olduğuna karar vererek onlara saldırırlar ama Fletcher ve Jonathan bedenlerinin sınırlarını aşarak başka bir mekana geçerler. Fletcher, Hocasıyla aynı seçimi yapmış ve ışığı gördükten sonra mağaraya geri dönerek diğerlerine yardım etmeyi seçmiştir. Kendisine diğer aşamaya geçmesi için fırsat verilmiştir. Ama o kapıdan geçmeyi reddetmiştir.
Sabahla birlikte sürü yaptığı çılgınlığı unutmuştur ama Fletcher unutmaz. Ve konuşmaya başlar: “ Hatırlar mısın Jon, uzun zaman önce sevmenin, sürüye geri dönüp onlara yardım etmeye yeteceğini söylüyordun. Seni öldürmeye kalkışan bir kuş sürüsünü hala nasıl sevdiğini hiç anlayamıyorum.” Jonathan cevaplar: “ Tabii ki sevdiğim bu değil. Kin, nefret ve düşmanlığı sevmekten söz etmiyorum ben. Gerçek martıları, onların her birinin içindeki güzellikleri görmeye çalışmalı, bunu onların da görmesine yardımcı olmalısın.Bu işin sırrını çözdün mü, gerçekten sevebilirsin. “. Bu sözlerin ardından, Jonathan artık oradan ayrılmak zorundadır ve Fletcher’a bunun nedenini açıklar. Fletcher artık Hocasından öğreneceği herşeyi öğrenmiştir ve kendi ayakları üzerinde durmaya hazırdır. Onun Hocası, artık kendi hayatı olacaktır. Jonathan kendisinin Tanrılaştırılmamasını ister; çünkü o da sadece bilinç düzeyi biraz daha yüksek,uçmayı çok seven,bilgeliğe aşık bir kuştur.
Bir süre sonra Fletcher yeni bir öğrenci grubunun karşısındadır ve öğrencilerine ilk dersi verir: “ Başlarken,bilmeniz gereken, bir martının sınırsız bir özgürlük düşüncesine ve Yüce Martı düşüne sahip olduğu, bir kanat ucumuzdan diğerine tüm bedenimizin onun hakkında düşündüklerimizden başka bir şey olmadığıdır.”. Genç martılar ona biraz alayla bakarlar. “İlginç” diye düşünürler. “ Bu hiç de takla atma kuralına benzemiyor.”. Fletcher iç geçirirken “Hadi bakalım.” Der, “Düz uçuşla başlayalım.”. Tam bu anda Jonathan’in da mükemmel olmadığını anlar ve kendisinin de gökyüzüne karışıp onun yanına gideceği ve uçuş hakkında ona bir iki şey göstereceği zamanın pek uzak olmadığını düşünür. Fletcher o sırada kısa bir an için öğrencilerini gerçekten oldukları gibi görür ve içi sevgiyle dolar.
Öykü burada biter. Öyküdeki neredeyse tek semboloji; olayın kahramanının bir insan değilde, bir martı olmasıdır. Öykü üç bölümdür; ilk bölüm Jonathan’in cehaletini farketmesi ve öğrenmeye başlaması; ikinci bölüm ait olduğu düzeyde öğrenimini alması ve üçüncü bölüm de martıların arasına dönüp diğerlerine yardım etmesidir.
Richard Bach, bu öyküyü, “İçimizde yaşayan gerçek Martı Jonathan’lara” adamıştır. Öyleyse, haydi biz de DÜZ UÇUŞLA BAŞLAYALIM !...
Yazan ve düzenleyen : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Martı Jonathan Livingston, sıradışı ( !) bir kuştur ve diğer martılar gibi sırf yiyecek bulmak, balıkçıların artıklarıyla yetinmek, sonra sahile dönmek ve daha uzun yaşayabilmek için uçmaz. Bir ideali vardır ve uçmayı büyük bir tutkuyla sevmektedir. Çok fazla deneme yapmakta ve başarısız olduğunda ise umutsuzluğa düşmektedir. Zaten ailesi de, diğer martılar da onu eleştirmekte ve diğerlerden farklı olduğu için sürekli kınamaktadırlar. O da zaman zaman ümitsizliğe kapılır ve kendi kendine şöyle der: “Ben bir martıyım ve doğamla sınırlıyım. Eğer uçuş hakkında daha çok şey öğrenmem gerekseydi, beyin yerine uçuş haritalarım olurdu. Daha hızlı uçabilmem içinse bir şahininki kadar kısa kanatlarım olmalıydı ve ben balık yerine fareyle beslenmeliydim. Babam haklı. Tüm bu saçmalıkları unutmalıyım. Sürüme geri dönmeli, neysem o olmalı, sınırları belli zavallı bir martı olarak kalmalıyım.”. Sürü içinde sıradan bir martı olmaya karar vermesi, onun kendini daha iyi hissetmesine neden olur. Artık onu öğrenmeye iten gücü umursamayacak, doğasına meydan okumayacak ve dolayısıyla başarısızlığa uğramaktan korkmayacaktır.
Jonathan’in bu ikilemleri, kendi sınırlarını aşmayı isteyen ama bir türlü koşullar nedeniyle bunu başaramayanların alışılmış hikayesidir aslında. Hep birşeyler yapmak isteriz ama bunun için ortaya yeterli irade koyamamamızdan ötürü bir türlü harekete geçemeyiz. Peki bizi engelleyen şeyler nedir? Gerçekten koşullar mı? Yani çevremiz, işimizin yoğunluğu, zamanımızın kısıtlı olması, arkadaşlarımız ve ailemizin görüşleri mi yoksa sadece kendi düşüncelerimiz mi? Ya da başarısızlıktan korkmamız mı? Dünya tarihinde ideallerini gerçekleştirmiş sayısız insan vardır ve yaptıkları tek şey kendi güçlerine inanarak, başarısızlıktan korkmadan, her yaşadığı hata ve denemeden tecrübeyle çıkarak, sürekli ilerlemektir. Hepimiz aynı Tanrısal özü taşıyoruz ve bu güç hepimizin içinde var. Tek ihtiyacımız olan şey, “Yaparım” demek değil, hemen harekete geçmek. Herşey denendiği taktirde gerçektir. O veya bu durumda ne şekilde davranacağımızı söylemek gerçek değildir. Aslolan eylemdir.
Hayatta seyirci kalmak geçici bir süre için kolay olandır. Ama eninde sonunda bu denemelerden geçmek zorundayız, bunu unutmaya çalışmak sadece ertelemeye ve başımıza gelecekleri daha da yoğunlaştırmaya yarayacaktır. Öyküde de Jonathan, kendi doğası ve sınırlarını kabul edip, sıradan yaşamaktan bahseder. Ama doğası bu değildir, sınırları da öyle. Her filozof gibi, merak içerisindedir. Aranan güç, dışarıda değildir, doğal olmayan birşey de değildir. Herkesteki Tanrısal öz nedeniyle aslında içimizde sadece uyandırılmayı beklemektedir. Bu nedenle korkusunu yenerek uçuş çalışmalarına yeniden başlar ve kanatlarını yapıştırarak uçmak suretiyle yüksek hızlara ulaşmayı başarır.
Yani Jonathan, kendini tanımaya, kendini keşfetmeye başlamıştır. İlk başta kendi kişiliğindeki yüklerden kurtulur. Çünkü kısa kanatlarla daha hızlı uçabilir. Evet kanatlar görünüşte kısadır ama onu daha büyük hızlara çıkarır. Bizler de kişiliğimizdeki yüklerden yani kıskançlık, bencillik gibi kötü huylardan kurtulduğumuzda, gerçekten bilgelik yolunda hızımız artacaktır.
Martı Jonathan, hızını yükselttikçe heyecana kapılır ve şöyle der: “Diğer martılar başardığım şeyleri duyduklarında zevkten çılgına dönecekler. Yaşamak için ne çok neden var!. Balıkçı teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka nedenler de var yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz !”
Öğrenmek ve kendini keşfetmek, insanı özgürleştirir. İnsan, kendini koyduğu kafesten kurtulur ve kendini tanımaya başlar. Kendini tanıyan, evreni de tanıyacaktır. Martımız burada cehaletinin farkına varmış ve öğrenme kapısına girmiştir. Fakat sandığı gibi hiç kimse onu hevesle beklememektedir. Aksine sürüden farklı davrandığı için Konsey onu cezalandırmış, tek başına olacağı başka bir yere sürme kararı almıştır. İnsanlar kendi yapmaya korktuğu şeyleri yapanlara, toplumdan farklı davrananlara karşı her zaman zalim olmuşlardır. Çünkü kendini tanımaya çalışmak zor bir yoldur ve insanın kendiyle yüzleşmesi, insanlığın büyük savaşıdır. Jonathan bu aşamada hala ödül beklentisiyle çalışmakta ve alkış aramaktadır. Fakat, sadece uçmak için uçması gerektiğinin farkına varması uzun zaman almayacaktır.
Jonathan sürüldüğü sarp kayalıklarda zamanını uçuş talimleri yaparak geçirir. Bu sırada iki tane parlak martı gelerek onu yukarılardaki evine götüreceklerini söylerler. Bu martılar da Jonathan gibi hızlıdırlar. Jonathan gücünün bu kadar olduğunu ve daha yükseğe çıkamayacağını söyler ama kuşlar onu ikna ederek götürürler. Öykünün ilk bölümü bu noktada biter. Jonathan daha fazlasını yapamayacağına inanmıştır, zaten çok iyi uçmaktadır. Ama bu kapasitesinin bir sınırı yoktur. Daha iyisini yapamayacağımız konusunda korkumuz olmamalıdır. Her aşama, daha büyük çalışma gerektirir ama elde edilecek olan iç güç, her seferinde daha da artar.
Jonathan, kuşların onu getirdiği yeni yerin cennet olduğunu düşünür, çünkü oradaki kuşlar da onun gibi, herşeyden çok sevdikleri uçma konusunda kendilerini aşmak ve mükemmele ulaşmak için çalışmaktadır. Daha gelir gelmez, Jonathan’in tüyleri parlaklaşır ve uçuş kapasitesi artar. Yeni yapısıyla yapabilecekleri daha fazladır, daha hızlanabilmektedir ama; burada eskisinden daha fazla öğrenilecek şey olduğununun farkına varır. Zamanı burada uçuş talimleri yaparak, diğer kuşlarla sessiz bir iletişim kurarak geçer. Dünyadaki anıları ise gittikçe silikleşir.
Bir gün burada neden bu kadar az martı olduğunu düşünür, çünkü dünyada binlercesi vardır. Ona martı Sullivan cevap verir: “Geldiğin yerde binlerce martı var, biliyorum. Bildiğim tek yanıt, senin milyonda bir rastlanan ender kuşlardan olduğun. Yola çıkanlarımızın çoğu yavaştı. Nereden geldiğimizi hemen unutup nereye gittiğimizi merak bile etmeden, günübirlik yaşayarak, çoğu kez biribirinin aynısı olan şeyi yaptık; bir dünyadan gelip diğerine gittik. Yemekten, birbirimizle mücadele etmekten, sürüye gücümüzü kanıtlamaya çalışmaktan daha başka yaşama nedenleri olduğunu öğrenmek için kaç yaşamdan geçmek zorunda kaldık, bir fikrin var mı Jonathan? Binlerce Jon, onbinlerce ! Ardından mükemmellik diye birşeyin varlığını fark edene kadar yüzlerce yaşam daha...Yaşama amacımızın mükemmeli bulma ve onu açığa çıkarma olduğunu anlamak için diğer yüzlercesi daha yaşandı. Şimdi de aynı kural geçerli, tabii ki diğer dünyayı bir öncesinde öğrendiklerimizle kurarız. Fakat hiçbirşey öğrenilmemişse, sonraki yaşam öncesinin aynısı olacaktır; aynı sınırlar ve kazanmak için yüklenilen aynı sıkıntılar. Fakat sen Jon, şu anki yaşamına ulaşabilmek için binlerce yaşamın peşinde koşmak zorunda kalmadın, herşeyi bir kerede öğrendin...”
Bizler de karmanın tekerleğinden kaçamayacağımızı ve hayatımızın kendi ellerimizin eseri olduğunu öğrenene kadar kimbilir kaç yaşam, kaç deneme daha geçireceğiz? Bunu bilmek yetmez, yaşamda uygulamak gerekir. Bilgi, sorumluluk demektir. Bir kişi, gerçeğin farkında olduğu halde buna gözlerini nasıl kapayabilir? Hiçkimse geçmişten getirdiklerini değiştiremez, ama şu an yaptıklarıyla ilerideki hayatını hazırlamaktadır. Bu nedenle yasanın farkında olan birinin, başına gelenlere üzülmemesi gerekir. Bu, bir çiçeği koparmak ve sonra öldüğü için üzülmekle aynı şeydir.Yasanın bir kuralı çiğnenmişse ve her denemede de ders alınmadan çiğnenmeye devam ediliyorsa, hatalarımızın bedelleri tokat gibi yüzümüze çarpacaktır. Ta ki biz hayatımızın iplerini elimize alana kadar. O zaman karşımızda doğal olarak kapılar açılacak ve doğaya uygun davranmamızdan dolayı, doğa da bizi kendi parçası olarak kabul edecek ve yardım elini uzatacaktır. Kapılar açıldığında ve ışık görüldüğünde ise, yeni şeyler öğrenmeye başlayacağız. Tanrı’yla bir olana kadar bu öğrenme devam edecektir. Varış noktası aynıdır, yollar farklı olabilir, tempomuz yavaş veya hızlı olabilir. Önemli olan öğrenilenlerin sindirilerek aynı oranda hayata geçirilmesidir.
Jonathan’a dönersek, burada yaşlı bir Hoca ile karşılaşır, adı Chiang’tır. O, sürünün en iyi uçan martısıdır. Jonathan ona burasının cennet olup olmadığını ve buradan sonra nereye gideceklerini sorar. Chiang ise şöyle der: “Cennet bir yer, bir mekan değildir, bir zaman dilimi değildir. Cennet öğrenmektir, mükemmelliktir. En iyi hıza ulaştığın an, cennete de ulaşmış olacaksın. Ve bu saatte bin mil, bir milyon mil hızla ya da ışık hızıyla uçmak anlamına gelmiyor. Çünkü rakamlar sınırları belirler, mükemmelin sınırları yoktur. Mükemmel hıza ulaşmak oğlum, orada olmak demektir.” Bunu söyler söylemez Chiang bir anda gözden kaybolur ve aynı anda kıyının karşısında belirir. Jonathan şaşırır ve bunu nasıl yaptığını sorar ve kendisine öğretmesini ister. Chiang kabul eder ve düşündüğü en son hızda herhangi bir yere uçabilmesi için, daha şimdiden oraya vardığını kabul etmesi gerektiğini söyler. Chiang’a göre bu işin kuralı, Jonathan’in kendisini bir metre kanat açıklığıyla sınırlı bir bedene sahip, rotası belirle
nmiş bir martı olarak görmemesidir. Kural; gerçek doğasını, bilinen tüm rakamların aştığı, zamanın ve mekanın ötesine geçtiği zaman yaşayabileceğini bilmesidir. Jonathan’in bunu anlaması ve hissetmesi uzun sürer ve bu sürede Hocası ile çalışır. Jonathan, Hoca’sından öğrenebileceği herşeyi öğrendikten sonra, Hocası Chiang onu artık kendi ayaklarının üzerine bırakır ve oradan ayrılır. Çünkü bundan sonrası onun kendi tecrübesi olmalıdır. Jonathan geçmişiyle olan bağlarını koparmış ve bedeninin ötesine geçebilmiştir.Fakat hala yapabileceği şeyler vardır.
Hiçbirimiz, sadece fiziksel bedenimiz değiliz. Ne yazık ki günlük hayatta kendilerini bedeninden ibaret sayan insanlar, bunca acıyla niçin karşılaştıklarına hala şaşıp kalmaktadırlar. Bizim bir Ruh’umuz da var ve geçici olarak da beden denilen kafeste barınmakta. Bedenimizi besleriz, ona iyi bakarız. Ama Ruhumuza aynı özeni göstermeyiz. Halbuki geçici bir şeye yatırım yapmaktayız, bedenimiz bizi terkedip gidecek. Ruhumuzu beslemeliyiz ve nereye ulaşacağımızı düşünmeden, fakat amacı da gözden kaçırmadan, sadece Gerçek için ve doğa için çalışmalıyız. Kendimizden kusurları temizledikçe, aslında cennetin ufak ışıltılarını görürüz. Bunları yapabilmek için de, evreni insanları ile birlikte bir bütün, yaşayan bir organizma olarak görmeli; içimizden her türlü karşıtlığı atmalıyız. İçimizde kalması gereken tek gerginlik; kişilikle birey arasında sürekli devam eden savaşın gerginliği olmalıdır.
Jonathan sevginin gerçek anlamını anlamaya başlamıştır. Sevgi, evrensel birşeydir, gerçeğe duyulan aşktır ve yasa için hizmet etmektir. Çünkü sevgi, diğerlerini de içine alır. Jonathan ışığı görmüştür ama mağaraya geri dönmesinin gerektiğini anlar. Başkalarının acılarını görerek, bilge bir kişinin mutlu olması mümkün değildir. Gerçeklere aşina oldukça, diğer insanlar için duyulan endişe daha da artacaktır. En yüksekten uçan martı, herşeyin en çok farkında olandır. En uzağı gören kişi ise, son kapıdan herkesin geçmesi gerektiğini bilen bir kişidir. Son kişi geçmeden insanlar için bu kapı kapanmayacak; bilge kişiler ise insan evriminin son kapısına yaklaştıkça da; diğerleri için endişeleri ve merhametleri artacaktır. Bu nedenle de yasa için ödev duygusuyla hareket ederek, insanlığa el uzatırlar.
Jonathan kararını vererek dünyaya geri döner ve bu noktada öykünün üçüncü bölümü başlar. O sırada kendisi gibi uçma aşkıyla sürüden kovulmuş ve kayalıklarda talim yapan martı Fletcher’in yanına gelir. Jonathan ona uçmak isteyip istemediğini sorar ve ekler : “Martı Fletcher Lynd, süründeki martıları affedip bu işi iyice öğrendikten sonra geri dönmek ve onların öğrenmelerine yardımcı olmak için de uçmayı ister misin?”. Martı Fletcher bu usta varlık karşısında yalan söyleyemez ve istediğini belirtir. Jonathan cevap verir : “Öyleyse Fletch, düz uçuşla başlayalım. Bu kadar keskin hareketler yaptığın sürece, kesinlikle yapamazsın. Daha başlangıçta, saatte kırk mil hız kaybettin. Yumuşak olmalısın, unutma, kararlı ama yumuşak.”.
Jonathan daha gelir gelmez ilk öğrencisini bulmuştur. Onu eğitmeye başlar. Daha ilk baştan, diğerleri için de çalışması gerektiğini hatırlatır öğrencisine. Bunun için ilk yapılması gereken şey sevginin farkına varmak ve diğerlerine karşı merhametli olmaktır. Çünkü diğerleri henüz birşeylerin farkında değildir ve bazı yaşam şekillerine tabu halinde bağlıdır. Bunları yıkmak kolay olmayacaktır. Ama yıkmadan önce, öğrencisine mükemmel uçmayı öğretecektir Jonathan. Çünkü aslolan şey, örnek olmaktır. Azıcık bilgimizle başkalarını eğitmeye çalışmak yerine, doğru eylemle örnek davranışlar göstermeliyiz. Fikirlerimiz ve davranışlarımız birbiriyle aynı rotada olmalıdır. Öğrenirken de aceleci olmamalıyız. Kararlı ama yumuşak hareket etmeliyiz. Çünkü geçmişe çok sıkı bağlarla bağlıyız ve bunları üzerimizden atmak kolay olmayacaktır. Bu zamana dek tüm çevremiz, ailemiz bize çoğunlukla tersini öğretmiştir. Eğer sindirmeden hızlı hareket edersek, yere çakılabiliriz. Ve bu çakılmanın öfkesi, eğer bilgileri yeterince sindiremediysek bizi yoldan çıkarabilir.
Üç ay sonunda Jonathan’in altı meraklı öğrencisi olur. Fakat hepsi için şu an çok büyük bir çaba göstererek çalışmak, bunun ardındaki gerçek nedeni anlamaktan daha kolaydır. Jonathan çok kez birşeyler söylemek ister ama henüz onlar için çok erkendir. Çünkü muhtemelen keyifli bir masal gibi dinleyecekler ve uykuya dalacaklar, ertesi gün ise bunu unutacaklardır. Öğrencileri çalışmayı sevmektedirler , çünkü hızlı ve heyecanlıdır ve sürekli öğrenirler. Fakat hiçbiri uçma fikrinin bir rüzgarın esmesi, bir tüyün havada süzülmesi kadar gerçek olabileceğini düşünmemektedir. Bir kanat ucundan diğerine kadar tüm bedenleri aslında düşündüklerinden başka bir şey değildi. Düşüncelerinin zincirlerinden kurtulmaları ve bedenin zincirlerini kırmaları gerekmekteydi. Fakat şu an yapmaları gereken tek şey çalışmaktı; bu bilgileri anlayabilmeleri için henüz çok erkendi. Yürümemiz gereken yolda yürürken, Hocalarımız bize her zaman öğrenmemiz gerektiği kadar bilgi verir. Çünkü zamanından önce alınan bilgi hem kafamızı karıştırır, hem de anlamamamıza yol açar. Zamanında alarak kullanabileceğimiz bir bilgiyi, zamansız alırsak gereken değeri veremeyiz.
Bir ay sonra Jonathan sürüye geri dönmelerinin zamanının geldiğini belirtir ve diğer martıların yanına dönerler. Fakat sürünün başkanı bu martıları izleyen, önemseyen veya konuşan olursa sürüden dışlanacağını söyler. İlerleyen dakikalarda tüm sürü onlara sırtını döner ama Jonathan önemsemez ve öğrencileriyle uçuş talimleri yapmaya başlarlar.
Geri dönüşlerinin üzerinden bir ay geçtikten sonra ilk martı yanlarına gelerek uçmayı nasıl öğrendiklerini sorar ve anında sürüden dışlanır. Sonra sol kanadını hareket ettiremeyen martı Kirk maynard gelir ve Jonathan onun da kendine güvenerek uçmasını sağlar. Şafakla birlikte, öğrenci grubunun etrafında, neredeyse bine yakın kuş meraklı gözlerle durmuş, Maynard’a bakmaktadır ve görülüp görülmemek umurlarında değildir, sadece Jonathan’i dinleyip anlamaya çalışmaktadırlar. Oldukça basit şeylerden bahsetmektedir Jonathan; uçmak bir martının en doğal hakkı, özgürlük onun doğasında var ve bu özgürlüğü engeleyecek ne varsa; gelenekler, batıl inançlar ya da herhangi bir şekilde sınırlamalar, tümü bir kenara bırakılmalıdır. “Bu, sürünün yasası bile olsa bir kenara bırakılmalı mı?” diye bir ses yükselir kalabalıktan ve Jonathan cevap verir: “ En doğru yasa, bizi özgürlüğe götürecek olan yasadır, başka hiçbir şey değil.”. Sürüdeki bir kuş, Jonathan farklı ve yetenekli olduğunu ve onun yaptıklarını kendilerinin yapamayacağını belirtir. Jonathan ise öğrencilerini gösterir ve tek gerçekten kim olduklarını anlamaya ve bunu bilerek yaşamaya başlamaları olduğunu söyler.
Aslında bu noktada anlatılanlar son derece açıktır. Kendimizi geleneklerden, boş inançlardan kurtarmalıyız ve bizi gerçeğe götürecek yasaya bağlanarak; ona uygun hareket etmeliyiz. Kendi sınırlarımızı aşmalı, kendimizi tanımalı ve ona göre uygulamaya geçmemiz gereklidir. Bunları yaparken sadece çalışmak da yetmez; ne için çalıştığımızın ve arkasındaki sebebin de farkında olmamız şarttır.
Bir gün Fletcher yeni öğrencilere uçma talimi yaptırırken; ilk uçuşunu annesine gösteren bir yavru martıya çarpmamak için son anda yön değiştirir ve iki yüz mil hızla büyük bir gürültüyle kayalara çakılır. Ve bu noktada artık onun için seçim zamanı gelir; ya orada kalıp öğrencilerini eğitecek ya da başka bir boyutta gelişimine devam edecektir. Fletcher Hocasının yolunu izler ve kalmaya karar verir. Fletcher o anda kayalıklarda gözünü açar ve sürüdekiler yanında bulunan Jonathan’in onu yeniden canlandırdığını düşünürler ve Jonathan’ın bir şeytan olduğuna karar vererek onlara saldırırlar ama Fletcher ve Jonathan bedenlerinin sınırlarını aşarak başka bir mekana geçerler. Fletcher, Hocasıyla aynı seçimi yapmış ve ışığı gördükten sonra mağaraya geri dönerek diğerlerine yardım etmeyi seçmiştir. Kendisine diğer aşamaya geçmesi için fırsat verilmiştir. Ama o kapıdan geçmeyi reddetmiştir.
Sabahla birlikte sürü yaptığı çılgınlığı unutmuştur ama Fletcher unutmaz. Ve konuşmaya başlar: “ Hatırlar mısın Jon, uzun zaman önce sevmenin, sürüye geri dönüp onlara yardım etmeye yeteceğini söylüyordun. Seni öldürmeye kalkışan bir kuş sürüsünü hala nasıl sevdiğini hiç anlayamıyorum.” Jonathan cevaplar: “ Tabii ki sevdiğim bu değil. Kin, nefret ve düşmanlığı sevmekten söz etmiyorum ben. Gerçek martıları, onların her birinin içindeki güzellikleri görmeye çalışmalı, bunu onların da görmesine yardımcı olmalısın.Bu işin sırrını çözdün mü, gerçekten sevebilirsin. “. Bu sözlerin ardından, Jonathan artık oradan ayrılmak zorundadır ve Fletcher’a bunun nedenini açıklar. Fletcher artık Hocasından öğreneceği herşeyi öğrenmiştir ve kendi ayakları üzerinde durmaya hazırdır. Onun Hocası, artık kendi hayatı olacaktır. Jonathan kendisinin Tanrılaştırılmamasını ister; çünkü o da sadece bilinç düzeyi biraz daha yüksek,uçmayı çok seven,bilgeliğe aşık bir kuştur.
Bir süre sonra Fletcher yeni bir öğrenci grubunun karşısındadır ve öğrencilerine ilk dersi verir: “ Başlarken,bilmeniz gereken, bir martının sınırsız bir özgürlük düşüncesine ve Yüce Martı düşüne sahip olduğu, bir kanat ucumuzdan diğerine tüm bedenimizin onun hakkında düşündüklerimizden başka bir şey olmadığıdır.”. Genç martılar ona biraz alayla bakarlar. “İlginç” diye düşünürler. “ Bu hiç de takla atma kuralına benzemiyor.”. Fletcher iç geçirirken “Hadi bakalım.” Der, “Düz uçuşla başlayalım.”. Tam bu anda Jonathan’in da mükemmel olmadığını anlar ve kendisinin de gökyüzüne karışıp onun yanına gideceği ve uçuş hakkında ona bir iki şey göstereceği zamanın pek uzak olmadığını düşünür. Fletcher o sırada kısa bir an için öğrencilerini gerçekten oldukları gibi görür ve içi sevgiyle dolar.
Öykü burada biter. Öyküdeki neredeyse tek semboloji; olayın kahramanının bir insan değilde, bir martı olmasıdır. Öykü üç bölümdür; ilk bölüm Jonathan’in cehaletini farketmesi ve öğrenmeye başlaması; ikinci bölüm ait olduğu düzeyde öğrenimini alması ve üçüncü bölüm de martıların arasına dönüp diğerlerine yardım etmesidir.
Richard Bach, bu öyküyü, “İçimizde yaşayan gerçek Martı Jonathan’lara” adamıştır. Öyleyse, haydi biz de DÜZ UÇUŞLA BAŞLAYALIM !...
Yazan ve düzenleyen : Arzu Kaner ( Izinsiz kullanılamaz )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)